Büyük Sıçrama Dünya’nın Hangi Bölgesinde Yaşanacak?

Bazen konuşmaya çalıştığım şahsın kafasında zaten görünmez alemden bir mülakat dönmektedir. Ağzını ararım mesela ben “Ee, hoca, sen bu Amerikalıları seviyor musun? Dünyanın iyiliğine mi çalışıyorlar kötülüğüne mi?” Adam tam ağzını açacak, cevap verecek, başka bir ses araya girer: “Abdülsettar biliyon mu, bu kapıcı var ya bu kapıcı Haydar, her ekmek getirişinde senin karıyı elliyor! Hem de neresini?” Adam renkten renge girer, küfürler savurur, yatıştır yatıştırabilirsen. Bazen üçüncü bir ses devreye girer: “Yok vallahi ellediğim falan yok, o kendi kaş göz ediyor, işve yapıyor.” “Hayır hayır” diye bağırırım o saat daha yüksek sesle ve otoriter: “Bunlar gerçek değil. Bu senin kafanın içindeki bir oyun sadece. Kendi kendine yazdığın bir senaryo. Senin tek derdin ilaçlarını aksatmış olman.” Senaryo mu! O nedir ve ne yazmışım acaba yollu bir karmaşa daha yaşanır zihinde. Herkesle onun anladığı dilde konuşmayı ben de beceremiyorum. Bazen böyle kitabi sözcüklerle veya filmlerden kaptığım kalıplarla konuştuğumda birtakım sorunlar yaşayabiliyorum. Yine de kimi kez benim sesimi doktorunun uzak telkinine veya Tanrı’sının paylamasına yorar, susar kişi. Ben devam ederim: “Nerede kalmıştık… Şu Amerikalılardan bahsediyorum…” Ama eğer yatıştıramadıysam çatlağı, içerde ikili üçlü dörtlü bir curcuna kopar ki, tahammülü güçtür. 

İşte böyleleriyle temas kurmanın onlar açısından ve benim açımdan birtakım başka sakıncaları çıkar. Kendilerini “Mesih”, “mehdi”, “peygamber” sanmaya başlarlar, daha önceden zaten o kanıdaysalar iyice cesaret bulup, unvan ve misyonlarını uluorta ilana kalkarlar. O çeşit birçok garip, benim ve türdeşlerim yüzünden akıl hastanesini boylamıştır bahsettiğim kamuoyu yoklamasına benzer süreçte, aralarından bazıları büyücü, cadı, cin, şeytan bilmem ne diye yakılmış, kazığa oturtulmuştur geçmiş dönemlerde. Bazen onları kurtarmaya çalışarak “Hayır yapmayın, kulaklarına biz fısıldadık” diye yargıçlarına, cellatlarına telkinde bulunduğumuzda gayretlerimiz hiç işe yaramamış, tam tersine bu bahsi geçenlerin dehşetini katlayarak daha acımasız hale gelmelerine yol açmıştır. Bunlar bire bir gerçektir.

Dünyada büyük çaplı bir sıçrama yaşanacak ama nerede, sorusunda kalmıştık. Sıçramanın başlayacağı ülkeyi seçmek önemli. Yoksa ilgisiz memleketlerde, gereksiz topluluklar içinde hiç hak etmeyen birtakım liderlerin peşinde epey bir zaman yitirme riski söz konusudur. Evrende hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Beklenen lider tahmin edilenler arasından değil hiç beklenmeyenler içinden çıkar çoğun. Bir yerde on milyonları içine alan büyük bir kargaşa görür oraya yönelirsiniz, asıl dünyayı aleve verecek kıvılcımsa bambaşka bir yerdeki örneğin birkaç bin kişilik başka bir gruptan çakar. 

Dünya’da kadim zamanlar olarak bilinen çağlarda hangi mucizelere tanıklık ediliyor, ne kentler lanetleniyor, ne kavimler kutsanıyorsa, başka deyişle insanlıkta ne kadar mühim ruhsal alt üst oluşlar yaşanıyorsa hep Orta Doğu’dan zuhur ediyordu. Büyük savaşların, büyük çatışmaların odağı bir küçücük hep o alandı. Ne nebiler, müjdeciler ortaya çıkmıştı, ki peygamberlerin neredeyse tamamı toplamı orta büyüklükte bir ülke kadar olan tek bir yörede kemale ermişti. Şimdi tabii o devirler değişti. Yine de bizden birileri gelmişse Dünya’ya, ilk oraya bakar, ne kadar görece ehemmiyet kaybetmiş olsa da bu bölge, gizli anahtarın izi her zaman ilk oradan sürülür. Ne var ki tüm bu izler son birkaç yüzyıldır hep aynı yere varır. Başka bir bölgeye. Orası Amerika’dır, daha doğrusu Kuzey Amerika. Amerika Birleşik Devletleri denilen ülkedir.

Ben ve son iki çağda Dünya’ya uğrayan birkaç türdeşim, eni konu Hollywood filmleri müptelasıyız. Ne bu filmlerin neden kitlelerce bu kadar tutulduğunu kavrayabildik tam olarak şimdiye dek, ne de niye güzel bulunduklarını; ama dünyadaki insanın son halini en kısa zamanda kavrayabilmek için başvurduğumuz ilk kaynaktırlar. 

Bu filmler tüm dünyayı, tastamam insanlığı Amerikalı yaparlar. Hoca Nasrettin diye biri gelmiş geçmiştir bu dünyadan, daha önce kıyametle ilgili bir sözüne gönderme yapmıştım, şakalarını severim, adama sormuşlar: “Dünyanın merkezi neresi?” “Bastığım noktadır” diye yanıtlamış. Amerikalılara göre Dünya’nın merkezi Amerika. Üstelik bunu cümle alem kabul ediyor. Ama tam olarak hangi nokta olduğunda iki tez çarpışıyor. Birileri New York derken, başka bazıları Hollywood Kaliforniya üstünde duruyor. Bana kalırsa ikincisi doğru. New York ve kimilerine göre Washington zahiri payitahtlardır. Hollywood ise asıl merkezdir. İnsanlığı yönlendirmekle ilgili hangi tez daha doğru sizce? Onları bir şekilde yönetirsin, ona göre de düşüncelerini şekillendirirsin mi; yoksa önce kafalarını dizayn eder sonra yönetirsin mi? Bazı kırılma noktalarında, kimi büyük çatışmalarda birincisi daha doğru, fakat normal zamanlar için -ki o zamanlar öbürlerinden daha fazla bir toplam tutar- ikincisi daha doğrudur.

Dünyayı biri mi kurtaracak, o filmlere göre muhakkak Amerikalıdır bu. Bir evrensel felaketten birileri mi kurtulacak, bunlar kesinlikle Amerikalılardır. Bir virüs mü kasıp kavuruyor ortalığı çaresini bulacak Amerikalılardır. Evrene bir mesaj mı gönderilecek, onu yapan da Amerikalılardır. Birçok kez değişik kılıklarda uyarmışızdır onları. “Yahu, bu kadar da aleni yapmayın bu işi, azıcık gizleyin, biraz tevazulu senaryolar yazın, anlayacaklar.” “Anlamazlar, takma kafanı baby” veya “Sen dert etme böylesi daha iyi gider meen!” gibi cevaplar almışızdır. Hakikaten anlamamıştır öteki milletler. Bu konuda girdiğimiz nice bahsi kaybetmiş, striptiz yapmak veya barbekü partisi vermek zorunda kalmışızdır, ne et ve kömür dumanı çekmişizdir ciğerlerimize ateş yellerken. Acayip bir yerdir Los Angeles. Amerikalı baş kahramanın yanında bazılarının ırkçılık olmasın diye oraya koyulduklarını zannettikleri bir Çinli, bir Afrikalı, Japon veya Pakistanlı ya da Alman falan yan kahramanları da izleriz. Oysa mesaj verme kaygısından kaynaklanmaz bu, Dünya’yı yönetirken onlara yardımcılık eden başkalarını ve aynı zamanda onların nüfuz sahalarını temsil eder o karakterler.

 

 

Tüm Kötülüklerin Kaynağı İkide Bir Tanrı’yı Suçlayan İnsandır

“Kırmızı Halı” diye bir tetkik materyalinden de yararlanırız. Dünya sinemasının starları, özellikle dişi olanları, bu eski otokrasilerin kral yollarını simgeleyen geçitte bir süre süzülür, değişik çekici pozlar verirler birbirinden tuhaf ve açık saçık kıyafetler içinde. Bütün dünya da onları izler ayrıntı kaçırmamacasına. Çokları bu etkinliği eğlenceli, ışıltılı bir “show”dan ibaret sanır. Halbuki o kırmızı halı ve üstündeki objeler ve bunların türlü hareketleri insan denilen canlı türünün o yıl için planlanan renkli elektroensefalografisidir ve tuhaftır ki, hayat  bahsi geçen materyalin gösterdiği şeye bire bir uyar her yıl, ne eksik ne fazla. 

Kuşkusuz hemen aranızdan birileri “Vay yine mi komplo kuramı! Sıktı artık, yetmedi mi!” diyerek zekice tepkiler göstereceklerdir. Bilirler de akıllarına getirmezler ki komplo denen şey insan beyninin en yetkin işlevlerinden “biridir” demeyeceğim, en önemli işlevidir. Ben onun  maymun hallerini bilirim. Şaka yapıyorum sanmayın, hayvanda ilk zeka kıvılcımları oluşur oluşmaz ortaya çıkan ilk şey aldatma, yalan, kıvırtma, entrika, komplodur. Karga yiyeceğini saklar yaprak altına, öteki karga da bizimki havalanır havalanmaz onu mideye indirmek için belli etmeden gözler. Daha uyanık olan bizimki ise bunu bilir, bazı noktalara saklıyormuş gibi yapar, hedef şaşırtır. Babasının sevgilisini taciz etmekte olan yeniyetme maymun, ortamda pederin gölgesini hisseder etmez sırtını dönüp sağa sola bakmaya, bambaşka bir işle ilgileniyormuş havasını yaratmaya çalışır. Bazen fark edilip enseye tokadı yer. Neyse, niyetimiz fırsattan yararlanıp biyolojik tarih öğretmek değildir.

Mevzu şu ki, en güzel, en ayrıntılı, en yoğun komplo kuramları da Hollywood’da üretilir. Tüm dünya halkları bu birbirinden daha üstün deha ürünü yapıtları seyredip “Vay vay, ne güzel filmler yapıyor elin oğlu, bizde de buna benzer şeyler çekilmeye başladı” diyerek bir kez daha hayran kalakalırlar uygarlıklarına.

Komplo entrika bilmem ne… İnsana Tanrılardan geçmiştir desek bu da yalandır, buz gibi kuru iftiradır Allah’a. Bilumum çıfıtlıkların hepsi insandan çıkmadır, ne ki sahtekar yaratık durmadan suçu yaratıcısına atarak kendini aklamaya çalışır.      

Neymiş, bakın, insanın ilk masallarında, ilk efsanelerindeki müfteriliğin profesyonelliğine dikkat buyurun, hisse çıkarın. Şöyle bir alıntı:

“Kronos’tan sonra Toprak Ana (Gaia) Kyklopları ve Hekatonkheir\'leri doğurduğu halde, Uranos hepsini çıkar çıkmaz Gaia\'nın karnına geri tıkmakta ve böylece onu inletmektedir. Gaia bir düzen kurar ve o düzeni oğlu Kronos eliyle gerçekleştirir. (…) Kronos ile ilgili iki efsane de Hesiodos\'un Thegonia\'sında anlatılmaktadır. Homeros destanlarında adı geçer. (…) Zeus efsanesinde iki kez görülen babanın oğluna baskı yapıp oğlunun ayaklanması ve babasını alt ederek egemenliğini elinden alması teması, hele doğan varlıkları yutmak gibi ilkel motiflerde Yunan mythosuna dışarıdan katılmış öğelerdir.” Araya gireyim, “dışarıdan katılmış öğeler” ne manaya geliyor. Demek ki ta o zamandan birinin dosyalarını dışarıdan karıştırmak, virüsle, maille bozabilmek mümkündü, şimdi hala bunlara komplo kuramı deniyor. Biz devam edelim:  “Kronos\'un, annesi Gaia tarafından eline verilen çelik tırpanla babası Uranos\'un hayalarını kesmesi, tanrı kuşakları arasında yaşanılan çekişmenin ilk aşamasıdır.”

Görüyor musunuz şu aşağılık oyunları, düzenleri, dedikoduları. Bunların Tanrı edimi  olabileceğini ancak insan denen hilekar iddia edebilir. Tanrıların işi gücü yok birbirlerinin malzemelerini kesmeye çalışacak! İnsanoğlu bu, kendi uydurduğunu bile sonra yanlış hatırlar. Şimdi burada kim kimin şeysini kesiyor. Oğul babanınkini köpeklere yem etmiyor mu? Freud denen biri çıkıyor binlerce yıl sonra babanın oğlunu hadım edeceği üstüne devasa bir kuram inşa ediyor ve dünyadaki yüz binlerce akıllı, tahsilli insan da buna kapılıp gidiyor. Acaba büyük babanın yani Kronos’un bir gün intikam alacağı korkusundan kaynaklı bir yansıtmayla mı karşı karşıyayız o ünlü teoride. Keşke öyle olsa, şu Kronos yeryüzüne inse ve cümlenizin takımlarını ellerinize verse. Kronos var mı yok mu, bahsine hiç girmeyeceğim, diyelim ki var, keşke öyle yapsa diyorum ama, adım kadar eminim hiç şeyinde değildir insanlığın şeyleri.   

Bakın bir örnek daha şu muazzam insani gıybet hakkında. Süleyman’ın Meselleri diye bir insani kültür eseri mevcut kaynaklarım arasında. İsteyen girer bulur. Bu Meseller’in Beşinci Babında aynen şunlar yazar: “Zina eden kadının dudaklarından bal damlar / Ve sözleri daha yumuşaktır yağdan / Fakat sonu pelin otu kadar acı / İki ağızlı kılıç kadar keskindir / Ayakları ölüme gider / Adımları ölüler diyarına ulaşır.” Bahsi geçen özdeyişler İsrail kralı Davud’un oğlu Süleyman’a aittir. Ne anlatmak istiyor Süleyman: Erkeklere diyor ki, aklınızı başınıza toplayın, yoksa zinacı, kötü kalpli bir kadın çıkar o aklı size yedirir. Neredeyse bütün kötülüklerin kaynağı baştan çıkaran o kadınlardır her çağda. Bu bakımdan namuslu kadınlarla evlenin (pek az rastlansa da-bunun sebebi de malumdur) adam gibi yaşayın.

Sözün özü şu: Kadınlar olmasa erkekler düzgün yaşayacak da, bir şekilde Tanrı onları da yaratmış erkeğe yardımcı olsun diye, öyle der kutsal kitaplar, böyle yardımcı düşman başına, her işe burnunu sokar, uçan kuşa karışır, erkek milleti onsuz bir dünyayı çekilmez bulur, lakin felaketidir bu yanılgı…

 

Zengin Hükümdarlar Hakkında En Eski Bozguncu İftiralar

İsrail Kralı Davud’un oğlu Süleyman “tehlikeli yılan olarak kadın”ların şerrinden nasıl korunacağını gösteriyor tavsiyeleriyle. Şimdi de böyle bir düzeni öngören böyle bir ulu kişi hakkında ortaya atılan iddialara bakın:   

“Eski Ahit’te, Süleyman\'ın öyküsü 1. Krallar kitabının ilk 11 bölümünde ve 2. Tarihler kitabının ilk 9 bölümünde anlatılır. Kral Süleyman firavunun kızının yanı sıra Moavlı, Ammonlu, Edomlu, Saydalı ve Hititli birçok yabancı kadın sevdi. Bu kadınlar Rab’bin İsrail halkına, ‘Ne siz onların arasına girin, ne de onlar sizin aranıza girsinler; çünkü onlar kesinlikle sizi kendi ilahlarının ardınca yürümek üzere saptıracaklardır’ dediği uluslardandı. Buna karşın, Süleyman onlara sevgiyle bağlandı. Süleyman\'ın kral kızlarından yedi yüz karısı ve üç yüz cariyesi vardı. Karıları onu, yolundan saptırdılar. Süleyman yaşlandıkça, karıları onu başka ilahların ardınca yürümek üzere saptırdılar. Böylece Süleyman bütün yüreğini Tanrısı Rab’be adayan babası Davut gibi yaşamadı. Saydalılar\'ın tanrıçası Aştoret ve Ammonlular\'ın iğrenç ilahı Molek’e taptı. Böylece Rab’bin gözünde kötü olanı yaptı, Rab’bin yolunda yürüyen babası Davut gibi tam anlamıyla Rab’bi izlemedi. Yeruşalim’in doğusundaki tepede Moavlılar\'ın iğrenç ilahı Kemoş\'a ve Ammonlular’ın iğrenç ilahı Molek\'e tapmak için bir yer yaptırdı. İlahlarına buhur yakıp kurban kesen bütün yabancı karıları için de aynı şeyleri yaptı.”

Eski Ahit’te (Musevilere göre son Ahit) yazıyorsa bunlar, Tanrı kelamı olduklarını ve tartışma götürmeyeceklerini pek açık kabul etmek gerekmez mi? Kazın ayağı öyle değil. Bunların Tanrı iletisi olmadığı besbelli, insanlar bir ara uydurup dosyaların içine sokmuşlar. Nitekim sonraki büyük kutsal kitapta Süleyman’ın itibarı büyük ölçüde iade ediliyor.

Ondan sonra gelin dünyayı komplolarla idare etmiyorlar deyin. İnsanın kendi başlı başına bir komplo. Dünyaya komplo. “İğrenç Tanrı Molek.. İğrenç Tanrı Molek” diye geçiyor metinde ikide bir. Adamların Tanrı’sına niye hakaret edip duruyorsun, bu her şeye sığar, medeniyetler ittifakına sığar mı? Hadi sığdı diyelim, çağın en yüce değeri çok kültürlülüğe saygıyla bağdaşır mı? Yapmayın. Bu arada bu İsrail oğullarının komplo yaratmadaki becerisine de dikkatinizi çekip geçeyim, Hollywood senaryolarının çoğunun da onlardan kaynaklandığını bir arada hatırlatayım ve sonra bu konuya tekrar temas edeceğimi bir not olarak araya sıkıştırayım.  

Bir de şunu ilave edeyim ki, kimmiş şu “iğrenç Molek” diye internetten baktığımda bir içim su Polonyalı bir sarışının resimleriyle karşılaşmaz mıyım? O mu iğrenç! Herkes aynaya baksın. Magda Molek. Belki başka bir Molek daha vardır, bunlarla mı uğraşacağım!

Yani şimdi bu komplo meselesine nereden geldim. Amerikalılardan. İlk oradan mı başlasam sorusundan. Bu işte bir yanlış yönlendirme sezip başka yerlere göz gezdirmeye karar verdim. Tekrar komplo meselesine dönecek olursam, sizi de sıktım galiba biraz ama, son bir şey ilave etmeliyim: Dünya’da altmışlı yetmişli yıllarda bir moda heyecan yayılmıştı entelektüeller arasında, solcular arasında. İlla da emperyalizme karşı olacağız! Onun en kuvvetli koç başı hangisi? Amerika. Amerika’ya karşı olacağız. Amerika şöyle işgal ediyor, böyle sömürgeleştiriyor, yok gizli sömürgecilik, yok yarı sömürgecilik, suni denge… Şurada şu kadar on bin masumu yaktı, burada bu kadar yüz bin halkı doğradı… Ağızlarda hep bu laflar dolanırdı. Şimdi uyandı artık okumuşlar. Her şey, her değer Amerika’ya karşı olmak mı? Amerika demokrasi getiriyorsa buna ayak mı direyeceğiz, sorusunu sorma cesareti geldi. Amerika bir halka, millete özgürlük veriyorsa, onun savaşçılarını himaye ediyorsa buna baş mı kaldıracağız, taş mı koyacağız. Kimin yaptığına değil, ne yaptığına bakalım. Olumlu şeyleri destekliyorsa Amerika ve ötekiler, Almanya, İngiltere, Japonya vb. bunlar destekledikleri çevrelerin o olumluluklarını gölgelemez. Her şey elbette komplodan ibaret  değil. Büyük komplolar yürütüldüğü tabii ki doğru, tamam da komplonun bizim yararımıza olup olmadığına bakmak lazım asıl. İnsanlar açısından söylüyorum.

Böylesi tutumları daha yapıcı, daha akıllıca bulduğumu ifade etmeliyim. İnsanlığın bu noktaya gelişini bir ilerleme sayıyorum. Çünkü yineleme gereği duyuyorum, benim için sıçramalar önemlidir, dönüşümler önemlidir, işte önemli olduğu kadar, onu da abartmayayım. Bende haklı haksız, iyi kötü, ahlaklı ahlaksız, sevgili sevgisiz gibi kavramlar yoktur. Öldürsün, bir şey güçse eğer, dönüşüm sağlıyorsa, ne kadar öldürürse öldürsün. Mesela bir yere yol yapacaksınız, toprağı açıyorsunuz, o ara milyon tane karınca, yüzlerce kaplumbağa, bir o kadar yılan ve birtakım mahlukat ölüyor, tüm bunlara acırsanız ilerleme durmaz mı?  İnsan da böyle. Demokrasiyi sindiremiyorsa ölecek. Özgürlük istiyorsa vereceksiniz, şimdi burada artık kim onu destekliyor, kaç kişi ölmüş, kimler ölmüş, kimler niye ve nasıl öldürülmüş, bunların hesabını yapmayacaksınız. Güç demek haklılık demektir ve evrenin yasası da hep böyle işler. Güçlü olan bazen barışı öne çıkarır öldürür, bazen savaşı öne çıkarır öldürür, çoğu kez bu ikisini aynı anda birlikte yapar. İtirazla kim ne kazanmış, ama o gücün suyuna giderseniz kimi yararlar sağlarsınız, insanlıksa topyekun aşama kaydeder. O nedenle Amerikalıları sevmediğim sanılmasın, nesnellikten makineye dönmüş dimağımda olabildiğince bir sempati bulunmaktadır o güçlü yapılanmaya karşı.

Ve aniden, bunları kafamda tarttığım saniyede Türkiye’ye odaklandım. Evet, birdenbire. O an sezdim. Fitil nereden ateşlenecekti? Türkiye’den mi? ABD’de ortaya konulmayacaksa nerede patlak verecekti büyük kıpraşma. Güney Amerika mı? Oradaki popüler sola yönelim mi? Çin miydi yoksa saklı gizemin fışkıracağı nokta yeniden? Dev bir hortum gibi tüm verileri çektim oralardan, notlar düştü zihnime. Aktaracağım. Ama şimdilik kalsın biraz dedim sonra, yine bir şey çıkacaksa tarih tekerrürdür, Ortadoğu gene Mesih’e yurtluk edebilecektir.

 

Büyük Dönüşüm Yoksa Türkiye’den mi Başlayacaktı?

Arap Baharı! Dünyada az çok kafası çalışan bütün siyasilerin merak mihrakı. On yıllardır uyuşukluk içinde siftinen, iktidarlara yüzde doksan oranında körü körüne destek sunan kitleler birkaç ay içinde ölümü göze alarak başkaldırmıştı. Hem de ölümü göze alabilecek derecede bir sefalet içinde yüzmezlerken. O coğrafyadan umutlar yeşeriyordu, akla gelen gelmeyen ne kadar yazar varsa bir şeyler karalıyordu bu tuhaf çalkantı üstüne. Benim de dikkatimi bir hayli dağıtmadı değil. Sonra ampul yandı: Türkiye.

Aynı anda çakan üç şimşek küçük çaplı bir yıldırım suretinde aynı merkeze vurdu. Türkiye  miydi izini sürdüğüm gizli devrimin yatağı? Neden olmasın? Bütün kuşkular aynı memleketi gösteriyordu. Özellikle üç güçlü şüphe.

Biri şu: Ahlaktan ve maneviyattan ne kadar çok söz ediliyorsa o kavmi mercek altına alacaksın ilkin. Orası ahlak ve maneviyatın dibe vurduğu memlekettir, bir sıçrama umulacaksa dipten güç alınan yerden ummak en mantıklısıdır. Bu nasıl kozmik bilinç, sen de mi bilmiyorsun, sadece tahmin edebiliyorsun, demeyin; ben her şeyi bilirim de insan denen o saçma sapan varlık, değil en parlak bilim insanlarını, bunların milyonlarcasının sahip olduğu zekanın daha üstünde gezinen beni bile yanıltabilir, nitekim yanıltmıştır kaç kere. Onu da insanın muazzam potansiyeline yoralım. Üstelik böyle şeyler duymak hoşlarına gider, motive eder toplulukları. 

“Olağan Şüpheliler” adlı bir filme göz atmıştım yıllar önce. Birçoğunuz bilir, iyi bir komplo filmidir. Orada “Keyser Söze” adında muamma bir şahsiyetten bahsedilir. Korkunç kıyıcı, muazzam etki alanı yaratmış, her deliğe gizli kollarını uzatabilen mafya lideri. Adını duymak bile paniğe uğratır değme yer altı haydutlarını, profesyonel katilleri… Film bu adamın kim olduğu, kim olabileceği üstünde yoğunlaşır. Türk Alman melezi müthiş zeki bir gizemli canavar. Bu adamın gerçekte var olup olmadığı, var ise bize gösterilen şüpheliler arasından hangisi çıkabileceği sorusuna dikkati çekilir izleyicinin. Sonunda anlaşılır, bu mit şef kim midir? Zavallı, sakat bir ikinci sınıf dolandırıcı. Kayser Söze dehşet verici bir efsanedir efsane olmasına, fakat kendini bu hastalık sekelli, silik kişi kılığında gizlemektedir.

Yazarlıkta vasat yetenekte, konuştuğunda ne dediği anlaşılmayan, kafası karışık havada bir yazarın dünyaca ünlü aranan bir romancıya başkalaşım geçirmesi çok önceleri bir uyarı ışığı yanıp söndürmeye başlamıştı anlağımda. Bir de bu adama Nobel ödülü verilmesi! Kayser Söze değil ama, daha da büyüğü, tüm bölgenin gerçek gizli şefi o muydu yoksa? Üslubumdan ve alçakgönüllü havamdan beni büsbütün Karamürsel sepeti sanmanızı istemem. Sizlere daha iyi hitap edebilmek bakımından yerel dil kullanıyorum, mamafih bu sepetin hikayesini çoğunuz bilmiyorsunuzdur. Neyse, uzatmayayım, devamla: Saniyenin binde biri sürede bir şeyi test etme yeteneğim doğallıkla işleyen karakterimdir. Söz konusu kişinin gizli şef falan olmadığına anında uyandım, ama başka bir şeyi kavradım aynı dakikada. Önemli şef bir yazar değildi ama, Dünya’da Türkiye çok önemliydi ve bu olay Türkiye üstünde yürüyen, yürütülecek beyin mühendisliği uygulamalarının bir parçasıydı. Başka deyişle tekrarlamak istiyorum, Önemli olan A şahsı B şahsı değil, tüm bir İslam coğrafyası, Balkanlar, Ortadoğu ve Türkiye’ydi, Türkiye merkez seçilmişti.

Üçüncü hassas belirtiye gelince. O da nereden çıktı diye şaşıracaksınız, lakin futbolda şike hadiseleri noktayı koymama yol açtı. Bir şeyler oldu, o bir şeyleri yapanlar sonradan nedamet getirdi, fakat Türkiye’de çok geniş çaplı bir futbol skandalı patladı. Şampiyonluğu kaybeden bazı takımların yöneticileri, taraftarları, birtakım gazeteciler, oldu olası şike yapıldığından dem vurur, hatta bu konuda üstü örtülemeyecek bazı belgeler de sunarlardı zaman zaman kamuoyuna. Kazanan takım taraftarları da, “Hadi canım, kıskançlar, rezil rüsva adamlar, iftira atıyorsunuz…” şeklinde karşı hamleyle durumu savuşturur veya “Yaptık, yine yaparız, ispat etmeyenin…” yollu makaralara sararlardı. Ama bunlar konuşula dursun dev bir endüstri, tümüyle yalana dayalı bir şaklabanlık festivali sürüp giderdi çağ boyu. 2011 yazında ortaya konan operasyon ise o güne kadar ortaya konan belgelerin en az on misli belge, bilgi, tanıklığa dayanıyordu. Bir süre sonra operasyon emri verenler bundan pişmanlık duydular ama, ok yaydan çıkmıştı. Birçok kişi apaçık şikeden mahkum oldu. Fakat öyle kör kör gözüm parmağına kaba şekilde kapatıldı ki rezalet, insanların şaşırma organları bile büzülüp kaldı, gangren olmuş çük gibi düştü. Şikeye bulaşan kulüplerden birinin başkanını tayin eder gibi federasyon başkanı yapıverdiler. Bu başkan da “Şike sonuçları etkilememiştir” şeklinde benim kuvvetliden yana aklımı bile isyan ettiren akıllara zarar bir karar çıkardı.

Sonra mı ne oldu. Platini denen bir şahıs oturmaktaydı Avrupa’daki futbol holdinglerinin başında. Bu şahsın dayandığı, ikide bir tekrarladığı iki ilke yüz tonluk demir kazık kadar kaviydi. Bir: Futbola siyasi etki yapılmasına izin verilmez. İki: Şikeye tolerans sıfırdır. Bu şahıs adı geçen ülkenin başında bulunan Paditör isimli beyle konuştu. Ve her şey hiçbir şey olmamış gibi yürümeye devam etti. İtalya’da bile en büyük kulüpler bu nedenle küme düşürülmüştü. Ama Dünya’nın gücü Türkiye’ye yetmemişti. Demek ki Türkiye çok önemli bir ülkeydi. Dünya’nın liderleri Paditör’den korkmuştu. Demek ki aradığım kişi pekala bu Paditör olabilirdi.

Başka yere bakmadım o saniyeden sonra. Doğrudan Türkiye’ye konuşlandım.

Öteki yerlerde cidden fazla bir numara yoktu. Aklınızda kalmasın, hızlıca üstünden geçeyim ki, geriye dönüşler yaşamayın. Siz de beklenen şeyi beklenen kişi veya kişileri ortaya çıkaracak topraklara, şehirlere, evlere, topluluklara, hareketlere odaklanabilin.        

 

Arap Baharı Şişirme, Chavez de Hikaye!

Güney ve Orta Amerika demiştik öyle değil mi. Chavez diye bir önder peydahlandı mesela orada. Söyledikleri öyle düz ve açık ki! Öyle göstere göstere başarıları, öyle apaçık doğruları meydanda ki! Tabii kendince. Bu işte bir iş var diye düşünüyor insan, insan bile bundan şüphe ediyorsa ben kanabilir miyim! Bir polisiye roman düşünün. Daha birinci sayfasında “Katil falanca kişidir” diye yazıyor. İşkillenmez misiniz? İşkillenmediğinizi düşünün, daha kötü. O cümleden sonra bir satır okumazsınız bir daha. İşin bütün büyüsü uçar. Nitekim dünyadaki solcuların büyük bölümü bu adamı seviyor, ama bir şey dedi mi çoğu inanmıyor. Amerika dünya halklarının en büyük düşmanıymış. Bakın siz! Kaddafi’nin yanında yer almak gerekmiş, Esad’ı desteklemek lazımmış. O destekledi diye niye sevsin diktatörleri özgürlükçü solcular. Kimseyi kandırmak kolay değil artık. Avrupa’nın sosyalistlerini bile ikna edemiyorsan bu nasıl dünya devrimciliği.

Japonlar mı acaba? Kendi çaplarındaki endüstriyel zekalarına hayranım. Bilgisayar teknolojileri, elektronik dehaları, görüntüleme yöntemleri… İnsandan ayırt edilmez insan yapılacaksa ilk adayım kendileri, zaten bir bakıma öyleler. Bir şaka dönüyor ki alemde, galiba doğru, memleketleri o nüfusu kaldırmayacağından sırayla bunların yarısı dışarılarda dolaşıyor. Niye bu merak, neden her şeyin fotoğrafını çekerler. Evlerindeki ekranlardan istedikleri saniye dünyanın her yerini izleyebilirler oysaki. Bizatihi kendileri birer makine mi, o sayede mi görebiliyorlar her şeyi. Öyle değil elbet, anlattıklarım sıkmasın sizleri diye şaka yapmaya çalışıyorum. Nasıl şaka yapılacağını da çok iyi biliyorum. Tüm ruhsal, bilişsel ayrıntılarınızın en ufak reseptörlerinize dek ayırtındayım. Dozunu biraz fazla kaçırsam güldürerek öldürmekten korkarım.

Çinliler? Kutsal kitaplarda bahsi geçen, şu dünyayı ele geçirecek şeytani kalabalık ta kendileri mi yoksa? Yecüc ve Mecüc denilen varlıklar… Bunlar Türkler de olabilir. Sayıları biraz daha düşük, ama şeytanilikleri ötekilerden yüksek. Zaten Türkiye’yi seçmememin bir dördüncü nedeni varsa, işte o kuşku. Çinlilerden her şey beklenir. Amerikalılar, İngilizler, en çok elli altmış yıllık dünya planları yaparken, bunların çok uzun zamandır beş yüz yıllık planlar kurdukları söyleniyor. Sosyalizmi kuracağız diye dünyayı uyutup devasa bir kapitalizm inşa etmeleri sanırım o planın ilk aşaması. Yine de eğer dünyada bir şeyler gerçekleşecekse, Çin felsefesinde olduğu gibi yüz yıllık sabır bana bile uymaz. Azcık da hız gerek. Biraz göçebe ruhu, az sonradan görme şehirli zibidiliği, dizginsiz bir aç gözlülük, bunu telafi edecek bir geleneksel felsefenin zayıflığı. Tüm bu işaret ve ön koşullar da Türkiye’yi gösteriyor. Yine de ilave etmeliyim: Amerikalıların bir korktuğu Ruslarsa ötekisi Çinliler. Daha çok da Çinliler. Derin ve sızlayan bir endişe bu. Amerikalılar boşuna korkmazlar. Onu da hesap etmek gerekiyor.   

Arap Baharı’na da bir dokunmakta yarar var. O harekete yakıştırılan isimler bile hayli karmaşık, manipülatif, şaibeli anlamlar çağrıştırıyor. Araplar ona Thawra diyorlar, yani devrim. Amerikalı isim babalarıysa devrim sözcüğünü sakıncalı bulmuş olmalılar ki “spring” demişler ta baştan. Arap devrim yapmamalı gene, yapsa yapsa bahar yaşayabilir. Bunun sıçrama, fırlama gibi anlamları da mevcut İngilizcede. Biraz daha solcu Araplar onları yakıştırabilirler kalkışmalarına. Yine de bir şey fazlasıyla bambaşka bir yerden yönlendiriliyorsa, kıpırdanmanın yaşandığı yere değil idare edildiği yere bakmayı tercih ederim. Bahar aynı zamanda baharat anlamına geliyor Türkçede. Baharat denince bin bir çeşidi var. Her birinin seveni bulunur sevmeyeni çıkar. Baharat fazla katıldı mı bir yiyeceğe sonrasında teri kokuludur. Üstelik işkillendirir aş işinden anlayanı. Bir yiyecek kokmaya, çürümeye yüz tuttu mu onu gizlemek için basılır baharat. Arap baharından kötü kokular geliyor. Kötüden tek kastım oradan bir şey çıkmayacağıdır, yanlış anlamayın.

 

BÖLÜM - II

Dünya’da birkaç muhbirim var. Bilgi veren demeliyim. Muhbir pejoratif, yani kötü anlamlı kullanılır dilinizde. O birkaç bilgi kaynağımla rahat rahat iletişim kurabilirim. Bölgeye yakın, gizlemeye ne gerek, tam da Türkiye’de böyle bir haber kaynağım yaşamakta.

Ama onunla teması az erteledim, şöyle bir hava koklayayım dedim, genel olarak. Bunun en kolay ve en verimli yolu da medyayı takip etmek. Medya insan kalbinin aynasıdır. Hatta daha ileri gidebilirim, medya insan bilincinin yoğunlaşmış halidir.        

Medya denince de en önde reklamlar gelir. Sadece reklamlarına bakarak bir toplumu anlamak mümkün, hem de derinlemesine. Reklamlarla bir halk, bütün bilinç altını, üstünü, yanını, yanağını sergiler. Örneğin en çok reklam ne üstüne? Yeme içme üstüne. Demek insan her şeyden önce yiyen içen bir varlıktır. O ontolojik temel sorunsalına, yaşamının manası sorunsalına bir yanıt bulmuştur çoktan: Doymak. Doymanın çok çok ötesinde doymaktan keyif almak.

Kaliteli, enfes yiyecekler hazırlayıp yemek insanlık kültürünün bir üst aşaması. Hayvanlarda gusto yoktur mesela. Laf aramıza, bunu yaygınlaştırmayın, bal gibi vardır. Ve yine laf aramızda bir bakıma daha gelişmiştir hayvansı gurmelik. Verin bir kargaya ekmek, hazır mama, ceviz, peynir. Tercih sırasını sondan başa yapacaktır sekmeden. Üstelik etin içine falan iyice karıştırıp tadını gizlemedikçe bir hayvana zehir yediremezsiniz. Kendine yaramayacak şeylerin bir koklayıp yanından geçecektir.

Reklamlarda birinci sıra yiyecek içecekse ikinci sırayı iletişimle ilgili ayartılar alır. Sonra banka övgüleri. Demek ki insanlar bu üç şeye değer verirler en çok: Yemek-içmek, konuşmak ve bunları yaparken de para alış verişinde bulunmak. Bu sonuncuyu bankalar düzenlemektedir. 

 

 

Halka Yalan Söylemek Erdemdir, Sanattır

Reklamlar, reklamcılık insan kültürünün en açık, en dürüst yüzüdür. Mesela öteki programlara bakıyorum. Haberler, tartışma toplantıları, diziler, filmler. Bunların hepsinden daha dürüsttür reklamlar. Oralarda ciddi bir havada ve nesnel olma iddiasıyla bir sürü şey söylenir. Biliyorum ki bunların yüzde ellisinden fazlası yalandır. Dahası oradaki şahısların çok büyük bölümü, erkek kadın, genç yaşlı bir şeyler pazarlamaktadır. Bir şeyleri aslında olmadığı gibi sunmaktadır. Bir görüşü, bir topluluğu, bir siyasi partiyi, her şeyden önce kendilerini.

Oysa reklamda mesaj nettir, niyet açıktır: Benim malımı al. Bu kadar basit. Niye lafı dolandırıp, bir yığın ahlaki değer üstünden, bir dizi bilimsel, yöntemsel, siyasi vb. kural üstünden tek amacının pazarlama olduğunu, her şeyden önce kendi kendini takdim etmek olduğunu dobra dobra söylemiyorsun. Oysa bu örtülü yalanlar reklamlardakinden de öldürücüdür çoğu kez.

Medya, gelirlerinin yüzde doksanına yakınını reklamlardan sağlar. Medya denilen şey reklamcılıktır. Öteki tüm programlar çerezdir. Çerezlerin önemini yadsıyor değilim. O çerezler, yani tarafsızmış gibi gösterilen öteki programlar halkın aklını daha çok çeler. Çünkü reklam reklamdır. Kişi bir zımbırtıya tav olursa gider onu alır, etki bununla sınırlıdır. Öteki programlar ise hem reklam almak içindir, eğlence programları, maçlar da bunun içindir. Aynı zamanda reklamlar da eğlence içindir, maçlar içindir. Hepsi bütüne katılmak zorundadır. Hem de bir şeylerin reklam adı dışına taşarak reklamını yapmaktadır.

Hızla veri tarıyorum. Baktım bir gazetenin sloganı: Halka Yalan Söylemek Suçtur! Öyle şey mi olur. Halka yalan söylemek bir erdemdir, bir sanattır, bir estetiktir. Halkın yalana ihtiyacı var. Tüm yaşamlarındaki o büyük yalanı, kandırmacayı onlara güzel dahası muhteşem bir şeymiş gibi gösterecek bilişsel mekanizmalara ihtiyaç duyuyor cemiyetler. Halka yalan söylemek bir hizmettir. Sen söylemeyeceksin, ben söylemeyeceğim, kim söyleyecek! Bu sorumluluğu herkes üstünden atsa, öbürüne bıraksa, toplumun halini düşünebiliyor musunuz. Böyle sorumsuzluk, vurdumduymazlık olabilir mi? Herkes hiç değilse kendi evinin yalanını söyleyecek. Halka yalan söylemekte tatlı bir rekabete girmek… Toplumları gönendiren, yükselten bu tür kültürel faaliyetlerdir.

Toplum birbiriyle sürekli iletişim halinde olmalıdır. Uzak iletişim bunun en iyi yoludur. Cep telefonlarıyla, bilgisayarlarla sürekli konuşmalı, birbirine kısa kısa mesajlar vermelidir. Daha önce tweet konusunu açtığımda bunu yerdiğim sanılmasın. Ben sadece benim düşünce düzeneğimle normal insanın düşünce düzeneği arasındaki farkı belirtmeye binaen konuya değinmiştim. Tabii ki insanlar sürekli mesajlaşmalıdır. Karşında duran insanla ne kadar neyi konuşacaksın. Kafede, sokakta, maçta, metroda yanında dikilen, suratına bön bön bakan herhangi bir şahısla ne kadar duygu ve düşünce alışverişine girebilirsin? Bunun yerine sevdiklerinle sürekli teması koparmayacaksın. Temas koptuğu an kendini koyun ağılında kalmış bir keçi gibi yalnız hissetmez misin?

O yüzden halk durmadan teşvik edilmektedir daha fazla iletişim içinde bulunmaya. Kafalarında anlayamadığım bir esprinin gereği olarak anten benzeri çıkıntılar taşıyan koca popolu sevimli kız çocukları bir reklamda cep telefonuyla iletişim kurma hizmetinin ne denli ulvi bir görev olduğunu halka anlatmaktadır. Çocuklar bebekliklerinden itibaren telefon, bilgisayar, tablet (elektronik) ve tablet (ilaç) almaya özendirilmektedir. Bu insanlığın geleceği için muazzam bir olanaktır.

Aynı anda başka bir şeyi daha gördüm ki, reklamlarda çocuklar yoğun biçimde istihdam edilmekte. Bu da çocuk neslinin geleceğin garantisi olmak bakımından toplumsal yaşama erken uyum sağlamasını beraberinde getirmekte. Veya bu amaçlanmakta. İstihdam istismardan farklı bir sözcüktür. Özellikle şeker, bisküvi, bin bir çeşit paketli renkli ambalajlı besin maddelerini kapmak için nasıl sevimli oyunlar ettikleri izleniyor bu yumurcakların, ki bazen bir büyüğü bile uyutup elindekini mideye indirebiliyorlar. Ne kadar naif oluyor şu reklamlar, ne masum, yiyecek için birbirlerini öldürmüyorlar mesela. En azından reklamcılıkta yasak böyle özendirmeler. Gerçek hayat öyle midir ya, bir paralı asker yüz dolar aylık için tüm köy halkını kurşunlarla paramparça edebiliyor. 

Başka bazı reklamlarda bankaların ne derece yardımsever oldukları sergilenmekte. Tüm medyayı taradığımda bankalar aleyhine pek az ifade, haber, yoruma rastladım ki, reklamlarla gerçek demek ki büyük oranda uyuşmakta.

Bir küçük çikolata parçasıyla değişik tuhaf mekanlarda son derece sevimli pozlar veren yarı çıplak bir yakışıklı genç erkeğin tavırları bana hayli kadınsı geldi. Çocuk, bir yandan da maço denilen tarzdaki veri kalıplarıma uyduğuna göre, demek ki ürünü alanlar kadınlar. Bu küçücük çikolata cipsiyle o erkeğe sahip olabilecekleri yönünde beyinlerinde bir kısa devre yaratılıyor olmasa, bu atraksiyona başvurulmazdı. Reklamcılar bu türün en zeki kesimlerinden seçilir. İnsan şeytana pabucunu ters giydirir, buradaki kelime oyununu kaptınız mı? Anladınız siz onu, şeytanın ayağı zaten terstir, demek ki insan ona pabucunu dosdoğru giydirmektedir, ona açıkça hizmet etmektedir.  

Ve yine sadece reklamlarda değil, hemen tüm programlarda yoğun bir seks motivasyonu. İnsanlık kadar akli uyum yeteneği gelişmiş bir canlıya evrende pek az yerde rastlıyoruz. Bir yandan seksi bu denli sıkı yasaklama, bir yandan her dakika her saniye her yerden kışkırtma. Başka bir canlı olsa birkaç gün içinde akli dengesini tümüyle yitirirdi. Ama bu aynı andaki birbirinin tam tersi çifte emirlere taş gibi dayanıyor insan.

İnsanlığın Özünü Reklamlarla Kavrıyorum

Hayat demek en fazla cinsel doyum demektir, bulduğunu kaçırmayacaksın! Bu hayvansı bir güdüdür, aşk olmadan seks olmaz, hatta seks hiç olmasa daha iyi. Evlen, öyle yap ne yapacaksan. Evliliğe ne gerek, özgürlüğü kısıtlar. Ye, ne bulursan ye, ne görürsen iç! Böyle yaparsan sağlığını kaybedersin. Tutacaksın kendini. Üstelik şişmanlarsın. Şişmanlık iğrençtir, kızlar da bakmaz sana. Ama şu hamburgeri de kaçırma. Kola iç günde iki litre. Spor yap, egzersiz yap. Yorma kendini, taksi tut, asansöre bin, yürüyen merdivenler yürüsün senin yerine..

Çifte mesaj insanlar arasındaki iletişimin tam temelinde yarıklar açıyor, ama bu canlı formu, bir ayağı uçurumun bir kenarında, ötekisi kopmuş gitmekte olan öteki kenarında, yine de düşmemeyi başarıyor. Erdem zenginlik değildir, bilgeliktir. Bunu vaaz edip duruyor tam altı bin yıldır birileri. Büyük çoğunluksa öyle şeyleri hiç mi hiç takmıyor. Mutluluk zenginliktir. Dünya o tarafa dönüyor. Kişi kendini övmemeli. Kendi yaptığından abartılı şekilde bahsetmemeli. Hatta bilen bilir, hiç bahsetmemeli. Birileri hala okullarda, ailelerde çocuklara böyle şeyler söylüyor. Altı bin yıldır. Usanmadan. Bunları söyleyenler çocuklarını sınav yarışlarına sokuyor, alışveriş merkezlerinde kuşandırıyor, kıtlıktan çıkmışçasına tıkındırıyor. İnsanlık buna rağmen delirmiyor. Nasıl? Çok yüce bir denge tutturduklarından. Onları tutan, denetleyen, erdem denilen şeyi öğreten her şeyi bir yandan alabildiğine yüceltiyor, öte yandan ona tamamen bir akıl hastalığı gözüyle bakıyor.  

İnsanlığın başlıca sorunlarını reklamlar vasıtasıyla kavrayabildim. Temel evrensel problemlerden biri hassas dişler konusu. Dişlerin kamaşması. Bu doğrultuda yoğun bir ürün geliştirme programı yürütüldüğü anlaşılıyor. Halı temizliği, tuvalet temizliği çok çok önemli. Tek bir bakteri kalmamalı. İnsanlığı bitirecek, köklerini kurutacak, o masum bebeleri, yavruları kıracak olan halıların diplerine, klozet kenarlarına yapışmış bakteriler, minnacık böcekler, mantarlar. İnsan kimyasalları bulmuş, kimyasal uygarlık da insanı… Güzel bir uyum sergileniyor.               

Bir yığın araç gereç reklamı. Buzdolapları, çamaşır makineleri, klimalar… Hepsi çevre dostu. Çamaşır makineleri çocuklaşmışlar, yemyeşil kırlarda koşturuyor, klimalar uçurtma olmuş iklimi koruyor. Arabalar… Hepsi birbirinden güvenli.

Reklamcılık insanlığın en dürüst yüzü. Geçmişte daha dürüstmüş. “Falanca sigarası, Doktorlar onu seçer…” “Kokain Tablet… Ağrılarınıza bire bir” gibi mottolar görülebiliyormuş. Şu vicdan denilen sapkın organın birleşmiş şekli olan kamu vicdanı isimli hilkat garibesi yüzünden böyle şeylere sansür gelmeye başlamış. Yine de reklamlar içtenliğini korumayı, hatta bu doğrultuda yepyeni açılımlar geliştirmeyi başarmış. Şimdi sadece karşı reklam yasak. Yani birbirinin malını alenen kötülemek.

Yine ilerde örneğin dürüstlükte yeni boyut şöyle reklamlar görüleceğini öngörüyorum: Otomobilimizin bu modeli öncekinden en az yüzde yirmi daha güvenlidir. Önceki modelimiz bir yıl içinde on altı bin ölüme yol açmışken bu modelimizle sadece on dört bin iki yüz kişi hayatını kaybetti.

Toplumun saygın isimleri, en çok sevilen cana yakın starları reklamlarda halkı eğitiyor. Başlı başına bir kamu hizmeti. Herhangi bir dizideki herhangi bir kadın veya erkek oyuncu için “Ya, bak şu kadın fena oynamıyor” “Veya bu çocuk yetenekli galiba” demeye kalmıyor, yıldız adayının hemen bir klibi çekiliyor, söz konusu değer en az kendisi kadar değerli herhangi bir şeyin halka ulaşmasında sorumluluk üstleniyor.

Ben yine de bir lastik reklamı için dağda bayırda yalın ayak başı kabak koşturan tiplerin esprisini kavrayamadım. Buradaki mesaj insanın henüz vakıf olamadığım kimi içgüdülerini okşuyor sanırım.

Bir de Mehmet Öz adı taşıyan harika bir doktordan söz etmeli. Öteki doktorlar kusura bakmasın, Karadeniz bölgesindeki insanların, “Hamsi ayrı, tüm öteki balıklar ayrıdır, hamsi balık değildir” demeleri gibi bu adam da farklı bir doktor. Tüm ötekiler doktor, Öz ayrı bir doktor. Ünü boşuna Amerika’dan istila etmiyor. Amerikan halkı elbette çok daha zekidir öteki halklara göre. Irkçılık yaptığımı düşünmeyin, her ırkın her milletin potansiyel zekası eşittir üç aşağı beş yukarı, fakat eğitim ve kültür halihazırda mevcut zekayı değiştirir. Mehmet Öz de Amerikan kültürünün en sevimli haris yanlarını kapmış besbelli. Bu adamın televizyonla girdiği eve bir daha güneş girmez.

Reklam bahsini uzattım. Burada kesiyorum. Sadece sizi sıkmaktan korkumdan değil. Eni konu etkilenmeye başladım. Nesnelliğim ki en güçlü yönümdür ve bu reklamlar ki galiba daha güçlü çıktılar, beni ayartmaya başladılar. Üstüme yağan veri bombardımanı öyle yoğun ki, ben bile yeri geliyor aldanabiliyorum. O yüzden reklam ve insanlık kültürüyle ilgili az önce saydıklarımı sadece bir izlenim olarak alımlayın, daha kesin yorumlara şimdilik varmayın.

Reklamlardan sonra sıra ciddi programlara geldi. Dünya gündemi yoğun. Evrenden akan her saniye milyonlarca veriyi benim zihnim bile bazen kaldıramıyorsa zavallı insan beyni ne yapsın. Gerçi onların maruz kaldığı bilgi toplamı benimkiyle bildiğiniz matematik ölçülerde karşılaştırılamaz, ne var ki orana vurursak insan çok daha büyük sıkıntıda. Gazeteler, televizyonlar da bir yandan görevleri icabı insanların beyinlerini her dakika iğfal ederken, öte yandan kaçınılmaz olan bu tecavüzü kurala uygun ve ambiyanslı hale getirmek maksadıyla çaba harcıyorlar. Yağan bilgilerin düzene sokulması şart. Tartışma programları, söyleşi programları da başka bir iş için değil, tam bu iş için. Yığınla programa girdim çıktım, her bir yana göz gezdirdim, inceden ipliğe dinledim.       

Tam bir kafa karışıklığı… Benim dahi aklım alak bullak oldu. Ortada bir demokrasi lafıdır gidiyor ki, ne müthiş bir gürültü yükseliyor.

 

On Binlerce Kişiyi Hapse Atarak Güzel Bir Demokrasi Kurmuşlar

Ne demiştim, müthiş bir kafa karışıklığı, acayip bir tartışma gürültüsü insanlık yığınlarının üstünde bulut gibi. Dünya’ya geçen inişlerimden birinde bir adamın bedeninde, zihninde dolaşıyorum yine. Bir yerde konakladık, sabah kahvaltı yapacağız. Oturduk siparişlerimiz bekliyoruz. Bu arada garsonlarla mutfak arasında, garsonların kendi arasında, mutfaktaki aşçıların birbiri arasında durmaksızın aynı laflar bir hengamedir süregidiyor. Üç dakika, beş dakika, on dakika. Masalardaki tüm müşteriler sohbeti bıraktılar, ister istemez kargaşaya dikkat kesildiler. Kavurma geldi mi, kavurma yok muymuş, hani getirdiydim ya, yok biri almış, sen kavurma getir, kavurma kalmamış mı, tüm lokanta teşrifat takımı on beş - on altı kişi aynı sözleri bağıra çağıra yineliyor. En sonunda arka masadan bir bey kalktı, “Yahu yumurtayı kavurmalı mı isterisiniz diye siz kendiniz sordunuz, evet kavurmalı olsun dedim, demez olaydım. Yıktınız ortalığı! İstemiyorum yumurtanızı da kavurmanızı da.”

İşte tam da aynı hesap bir demokrasi lafı dönüyor ki ortalıkta, herkes bağıra çağıra, küfür kıyamet, yaka paça, saç başa demokrasi demokrasi diye öyle bir kavgaya tutuşmuş ki… Galiba sonunda halk ayağa kalkacak, “Neymiş bu demokrasi yazıklar olsun be, huzur koymadınız memlekette, istemiyoruz ulan sizin demokrasinizi” diye bağıracak.

Şimdi anladım ki, bir yığın adamı içeri atmışlar. Yüzlerce, hatta binlerce. Bu demokrasi şeysi nedeniyle. Ortada başka bir laf daha dolanıyor fare gibi, nereye baksan fırt oradan çıkıyor, pırt buraya giriyor: Askeri vesayet! Bu askeri vesayet nedeniyle hapiste bir sürü insan var. Kimini salıyorlar birkaç yıl yatırdıktan sonra, kimini yeni içeri alıyorlar. Kimini de bir salıyorlar bir alıyorlar bir salıyorlar bir alıyorlar. Bunlar Ergenekon bilmem nesiymiş. Bir de Balyoz takımı var. Bunlar askeri vesayetmiş.

Sonra Kürtler toplanıyor içeriye, çok daha kalabalık bunlar. Üç beşini bırakıyorlar, onların yerine birkaç yüzünü tekrar alıyorlar. Onlar Kürt ayaklanması şeysiymiş. Terör meselesiymiş. Öbürleri de terör meselesiymiş, ama birininki daha tehlikeli olan darbe yapma düşüncesi suretinde kafada oluşan terörmüş, öbürleri açılım şeklinde terörmüş. Biraz daha selim olan oymuş, ama selim olduğu için bunlar daha kalabalıkmış. Daha kalabalık olduğu için de orada çok ölüm oluyormuş. Biliyorum kırk bini aşmış o terör olaylarında ölenler. Öbürlerinde şimdilik pek ölüm yokmuş, geçmişte bir şeyler yapmışlar bazıları, iddiaya göre birkaç yüz kişiyi öldürmüşler, ama gelecekte daha çok öldürmesinler diye muhafaza altına alınmışlar. Bunlar planlayarak askeri yoldan darbe formunda kötülük yaparlarmış.

Üçüncü bir grup var ki, işte fikir söylemişler, protesto yapmışlar, bilgisayarla başkasının bilgisayarlarına şaka etmişler, o şekilde terör yapmışlar. Terör ne demek, İngilizce “korkutma” demek. Mesela bir çocuk bir köşeye gizlenip tam siz geçerken böö diye ortaya fırlarsa, bu da bir terördür, yani korkutmadır, şimdi bu çocuk cezasız mı kalmalı.

Televizyonlarda gazetelerde işte tartışılan ana mevzu hep bu tema. Bir kısmı diyor ki, darbeyi önledik, terörü durdurduk, bu yapılan öz savunmadır; ötekiler diyor ki asıl siz teröristsiniz, terörü de durdurmadınız, daha önce de saldıran sizdiniz, şimdi yine üste çıkan sizsiniz. Konuşanlar değişiyor, adlar suratlar değişiyor, kadın erkek, genç yaşlı, ama söylenenler hep aynı. Gerçi kişiler değişiyor derken, bütün memlekette asıl olarak siz deyin eli kişi tartışıyor, ben diyeyim yüz kişi. Sayı böyle kısıtlı olunca, şahısları hemen kavradım, dolayısıyla konuya daha kolaylıkla vakıf oldum.

Şimdi bu Ergenekon, darbe, vesayet şeysinden içeri alınanlar grup grup. İçinde kırk türlü kişilik var, ortak noktaları ne derseniz, hali hazırdaki hükümete karşı olmak. Bana kalırsa bu bile tam değil. Bu Ergenekon davası fevkalade enteresan. O konudaki bilgilerimi çok daha uzun paylaşmak isterim sizlerle. Paylaşmak yanlış oldu, şu moda sözcükler bana da bulaşıyor, o konudaki bilgilerimi sizlere aktaracağım, diyecektim. Siz ne biliyorsunuz ki, tüm bilgiler bende.

Böyle bir karakterde olduğumu, yani böyle bir yetenek gösterdiğimi artık fark etmişsinizdir. Yetenek kelimesi de çok mütevazı kaldı, sizlerle anlaşmak sizin sözcüklerinizi kullanmaktan başka çarem yok. Biraz tahayyül gücü gösterirsiniz artık. Şöyle ki, ben bir isim duyduğumda veya bir surat gördüğümde, isterse o suratı yalnızca televizyondan izlemiş olayım, gördüğüm kişinin kendisinin bile bilmediği veya unuttuğu tüm ayrıntılarıyla yaşam serüvenini saniyesi saniyesine çıkarırım. Suç mu işledi, hepsi en küçüğünden en büyüğüne dek. Çocukken kedinin kuyruğuna teneke mi taktı (psikopatlar bu şakayı yeğlerler genellikle, ortak özellikleridir, ne gibi bir amaçla bunu yaptıklarını merak edersem öğrenirim, size de belki söylerim), komşunun penceresine mi işedi (pencereye nasıl işenir demeyin, yanda bir inşaat varsa, çıkar, oradan açık pencerelerin içini bile sulayabilirsiniz, bunun için mesanenin hayli dolu olması gerekir), hangi komşu kızına edepsiz iltifatta bulundu veya kızsa hangi oğlana orasını ne yöntem veya bahaneyle gösterdiden tutun; nerede ne çaldı, kimi nerede sıkıştırıp dövdü, hangi komşunun tavuğuna hışt dediğine kadar… her şeyi bilirim.

O nedenle bu Ergenekon denilen şeyden içeri alınan bazılarının nerede, ne zaman, nasıl, kimleri öldürdüklerini de şu anda bir film seyreder gibi aklımdan geçirebiliyor, bazı sahneleri geri alarak, en ince ayrıntılarıyla doğrulayabiliyorum. Ama dedim ya, burada büyük birkaç gariplik yakalamıştım. Daha önce pek çok cinayet işlemiş o sanıklar bu cinayetlerinden ötürü değil, başka şeyler için yargılanıyordu.

Daha önce pek çok cinayet işlemiş başka bazıları ise sanık değildi, bu ilk bölüm aleyhinde tanıktı. Tuhaflık bununla kalmıyordu.

 

Yaşlı Bilge’nin Vereceği İpucuna Gereksinimim Vardı

Gariplik sadece o değildi, şiddet uygulamakla suçlananların önemli bir bölümünün bu tarzda terör denebilecek hiçbir faaliyeti gözüme çarpmıyordu. Yine bunlardan bazıları, o darbe denilen şeyi “olsa ne güzel olurdu” diye aklılarından bin kere geçirmiş, hatta toplu sohbetlerinde “Daha ne duruyoruz” şeklinde birbirlerini yoklamışlardı. Öte yandan çoğunun bu anlamdaki terör çalışması, “Hadi yapsanıza, yapsanıza” gibilerinden çocukça tepinmelerden, karşılarındaki apoletli zevatınkiyse “Durun bakalım, provası var, teyeli var” yönündeki ipe un sermelerden öteye geçmemişti.

Yine de bu ülkenin tarihinde hiç de gırgıra alınmayacak çok şiddetli darbeler yaşanmıştı. Beş şiddetinde, altı, yedi, sekiz şiddetinde. Ülkenin başbakanı bile idam edilmişti. Siyaset, demokrasi şeysi, parlamento defalarca askıya alınmıştı. On binlerce solcu yanında birkaç bin sağcı askıya alınmıştı. O yüzden hükümete yakın kanattaki birçok gazetecinin, televizyoncunun korkularına hak veriyordum. Bu iş gevşemeye, şakaya gelmezdi. Darbeyi akıldan bile geçirmek ertesi gün idareye el koymak sonucu verebilirdi. “Ne zaman darbeci oldum da kaldırtıyoruz kolları” şarkısı televizyonlarda duyulduğunda atı alan Üsküdar’ı geçmiş demekti.  

Buradaki tuhaflıklar zincirinin bir başka halkası da şuydu ki, yandaş ismiyle alınan bu hayli kalabalık medyacı grubunun büyük çoğunluğu, o darbe denilen olaylardan hiçbir zarar görmemişti gerçekte. Hatta içlerinde bilhassa bu şeyleri destekleyenler, onlarla beslenenler bile oturuyordu. Şimdi bir klasik darbe yapılsa muhtemeldir ki bu takım yine ilk baştaki çalkantının ardından yüzeye vuracaktı. O halde nedendi hassasiyetleri?

Tam o saniye anladım ki, bunlar gerçekten çok usta çok zeki medyacılardı, hangi yaştan olurlarsa olsunlar. Olaya tamamen profesyonelce yaklaşıyorlardı. Zaytung.com denen bir internet organında verilen şaka haber belki de gerçekti. Mesleğine profesyonelce yaklaşan ateist imamın yaptığı gibi profesyonelce yaklaşıyorlardı soruna ve bundan gazetecilik, televizyonculuk adına iyi getiriler sağlıyorlardı.                

Bahsettiğim hayli geniş ve renkli malzeme üstünde bir süre çalıştıktan sonra vakit kaybına ve geçici yanılgılara imkan vermemek bakımından yine bilgi kaynağıma, o yaşlı bilgeye başvurmak durumunda kaldım. O da zaten büyük bir alçak gönüllü heves içinde bunu bekliyor gibiydi.

Size ondan bahsetmeliyim biraz. Benim şu ana dek sürdürdüğüm anlatıda tek kahraman bendim. Bu Yaşlı Bilge de zaman zaman ortaya çıkacaktır, ona kimi zaman danışmak zorunluluğu duyacağımı biliyorum, onu da ikinci karakter olarak tanıyacaksınız. Elbette başka birçok karakteri, kişiliği ele alacağım. Hepsi sırasıyla. Gizem yavaş yavaş çözülecektir, az sabır.

İnsanlığın büyük sıçraması bu süregiden büyük tartışmalar içinden mi ipucu verecekti? Nasıl, neresinden? Kimdi bu dönüşümde kilit roldeki kişi ya da kişiler veya hangi grup? Amacım elbette buydu, yoksa bana ne demokrasiymiş, darbeymiş, terörmüş. Bunlar beş bin yıl önce de çok benzerleri yaşanmış aynı oyunlar. Bin yıl önce, yüz yıl önce, her ülkede, her şehirde… Bana dönüşüme gidecek yolun, bu obje ve özne, nesne ve subje kalabalığı içinde ayrımsanamayan gizli kapısı lazımdı. O konuda yine benim yaşlı muhbirim bir şeyler diyebilirdi.

Bilge’yle son zamanlarda takıldığı, denize biraz yukardan bakan pahalı kafe-barda buluştum. Kulağına fısıldayarak “Merhaba, bakıyorum yine formundasın” dediğimde, yine hiç şaşırmadı. “Seni bekliyordum” dedi soğukkanlılıkla, hatta niye geciktiğimi imler bir can sıkıntısı ve sitem haliyle. “Hatta şu anda aklımdan geçiyordun. Ortalık kaynıyor, dünya büyük gelişmelere gebe, bizimki kim bilir hala nerelerde!” diye çemkiriyordum içimden.

“Geldim işte” diye yanıtladım. Yanına oturmadım. Çünkü cismim yoktur.

Bu kişi kimdir, şimdi bazı bilgiler vereceğim, adını ise söylemeyeceğim. Boşuna ona buna benzetmeyin, medyatik bir şahsiyet değildir, çoğu insan adını bile duymamıştır, ben söylesem de ne ifade eder sizin için. Ama ifşa edip niye duyurayım bu saatten sonra. O bana hep lazım.

Kızları kesiyordu yine. Yetmişini geçti, pek yakışıklı da sayılmaz, uzun sipsivri bir vücut, gerçi çakı gibi de denebilir, üstünde biraz kocaman bir kafa, ince bir burun, gıcık bir ifade, ama sanırım hayli etkileyici... Bu haliyle bile genç kadınları görüş alanlarına girer girmez çarpabiliyordu; değişik havası mı, kendine güveni mi, zıpkın gibi bakışları mı? Hepsi birden. Müthiş karizma.

“Kızlarla aran yine iyi” dedim.

Viskisinden bir fırt çekti.

“Yahu şu sigara yasağı geldi geleli puromu rahat içemiyorum. Ne dedin sen?

“Kadınlarla aran yine iyi” diye tekrarladım. “Bir numarasın hep.”

“Anlamadım” diye karşılık verdi. “Yüksek sesle konuş.”

Anlamıştım. Kadınlar sana bayılıyor lafı zaten kendi kafasının içinde alıştığı sesti. Bunu onunla daha önce de yaşamıştım. Ben de aynı şeyi söyleyince zihnindeki olağan varsanıyla karıştırıyor, dudaklarımın oynayışına (ki beni göremese de hayal edebiliyordu) bir anlam veremiyordu.

“Boş ver. Ama şu kadın neredeyse bir davet bekliyor” gibi dedim, bu kez bezginlikle, konuyu kapamak isterken.

“Ha, evet, farkındayım. Bir bakışımla yanımda olurdu, fakat sen geldin, işimi bozdun.”

“İstemiyorsan sonra geleyim.”

“Yok yok. Sana söyleyeceklerim var.”

“Benim de soracaklarım.”

“Biliyorum neler soracağını.”

 

Kurnaz Bilge Beni Oyalamaya Çalışıyordu

Botanik profesörüydü. Emekli olmuştu on yıl önce. Yurt dışında önemli üniversitelerde çalışmış, ciddi araştırmalara katılmıştı. Bu fazlaca çatlak tabiatı engellemese şimdi dünyanın tanıdığı bir bilim insanıydı garanti. Öylesine söyledim, önemli bir bilim insanı olabilirdi manasına diyorum, dünya önemli insanları niye tanısın.

Yaşlı Bilge değişik bir kuram geliştirmişti. Evrim tersine yürüyordu, çünkü zaman tersine akmaktaydı. Bu kurama göre insan evrimin en az gelişmiş ilk halkasıydı. Kutsal kitaplar da bunu doğrulayan şeyler söylemiyor muydu, önce insan yaratıldı, onun için bitkiler, hayvanlar falan yaratıldı. İnsan aslında tek hücreli ilk canlıydı yeryüzünde. Yani bedeninde milyonlarca hücre bulunmasına karşın ilkel bir tek hücreli gibi davranıyordu. Sonra evrim ilerlemiş, bitkiler yani bugün hayvan dediklerimiz, sonra da hayvanlar yani bugün bitki dediklerimiz ortaya çıkmıştı.

Kuramı biraz karışıktı, ama tutarlıydı. Tabii onca zekasına bir dizi titiz araştırmasına karşın kısaca özetlediğim o minval üzere fikirleri şekillendirdikçe neredeyse her üniversiteden kovuldu, Türkiye’de de bir süre çalıştıktan sonra mesleği bıraktı. Tek hücreliler onu anlamıyordu.

Benim kendisinde bulduğum o tuhaf kuramının ötesi berisi değildi. İnanılmaz tutkulu ve sosyal bir tipti aynı zamanda. Fikirleri, tutumları sıklıkla değişir, ama her yeni fikir ve tutumuna hadiyse bir ilk gençlik ateşiyle bağlanır, bir süre için bile olsa çevresindekileri de o coşkuya katardı. Sadece kızlarla değil, herkesle arası iyiydi.

İngiltere’de çalıştığı ilk üniversitede hippimsi bir kulübün bıçkın bir üyesi olarak sivrilmiş, ardından küçük çaplı bir mafya grubundan arkadaşlar edinmişti. Çeteyle bağlantılı uyuşturucu operasyonunda yakalandı, hem de satıcılıktan. Parlak kariyeri sayesinde yakayı zor kurtardı, başka bir ülkeye göç etti. Orada aşırı sağcı bir tarikatın neredeyse liderliğine yükselecekti ki,  yine derdest edildi, neyse ki bu ırkçı gruptaki tek esmer ve üstelik de Türk olması sayesinde bir kez daha yırttı. Sonra bir anarşist solcu topluluğa girdi, bir gösteride ağır yaralandı. Akabinde Müslüman ateistlikten Protestan Hıristiyanlığa geçti, bunu Budist dönemi takip etti. Sonra gene sağcılığa, oradan liberal solculuğa döndü, “özgür Kürdistan” için kampanyalara katıldı. Türkiye’ye geldikten sonra da bir dönem birbirinden değişik partilere birkaç aylık dönemlerde sırasıyla veya birlikte üye olsa da şimdi uzun süredir aktif politikayla ilgilenmiyor. Ancak ulusalcılara yakın duruyor. Daha doğrusu aktif politikayla hiçbir zaman ilgilenmemişti, o sadece ve neredeyse daima kendi zihninin bir ajanı olarak bir takım gruplara girmiş, onların iç yüzünü öğrenmiş, binlerce kişi tanımış ve tanıdıktan sonra bırakmıştı. İnsanları seviyor muydu? Öyle olduğunu iddia ediyordu kendisi. Bana bu sevgi öteki bazı sulu duygulu insanların sevgisi gibi gelmiyor ama, bir bakıma da seviyor. Gerçi nereden çıktı şimdi bu sevgi olayı? En son yabancı elçilik görevlilerinin de işin içine karıştığı bir fuhuş çetesi nedeniyle başı belaya girmiş, bir ay içerde yatmıştı. Bunu da şimdi yeni öğreniyorum, beyin okumasından.

Anlamışsınızdır onda ne aradığımı, ne bulduğumu. İnsanın tüm tutarsızlıklarını ve aynı zamanda tüm değişik yönlerini temsil eden müthiş bir hafıza, muazzam gelişmiş bir beyin. Zihinsel enerjisinden birçok zaman büyük fayda sağlıyordum.

“Sen yine bu hatunla ilgilen, ben seni tutmayayım, birkaç soru soracağım, gideceğim” dedim.

“Kal yahu, özledim. Sağdan soldan konuşuruz” diye karşılık verdi içtenlikle.

“Ben soruyu sorayım da, sonra belki devam ederiz.”

“Sor o zaman. Dedim ya, ne soracağını biliyorum.”

“Ne soracakmışım?”

“O adam kim, diyeceksin. Büyük dönüşümü yapacak kişi.”

“Adam mı yani? Kadın değil. Güzel, şimdiden bir ilerleme sağladık.”

“Lafın gelişi ‘adam’ dedim. İpucu yok. Ama soru buydu değil mi?”

“Eh, başka şeyler de soracaktım önce. Ama sonuncusu buydu. Doğru.”

“Ben bilirim.”

Derin bir öz memnunluk içinde kaykıldı, gerindi. Kadınla göz göze geldiler. Karşılıklı hafifçe gülümsediler birbirlerine, bir tür göz selamı.

“Kal kal diyorsun ama, uygunsuz zamanda geldiğim kesin. Ben seni iyisi mi akşam, evinde ziyaret edeyim.”

Bir süre düşündü:

“Akşam gelecek misin? Söz mü?”

“Söz veremem” dedim. “Yoğunum. Gerçekten çok meşgulüm, bu akşam olmayabilir.”

Bozuldu biraz.

“İyi sor hadi, şimdi sor.”

“Sordum ya demin. Kim bu? Biliyorsan söyle. Hiç değilse sezgilerini söyle.”

“Sezgi değil. Kim olduğunu biliyorum tabii ki. Kesinlikle biliyorum, sezgi değil.”

“Kim? Söyle artık, yorma beni.”

“Hemen söylersem işin tadı kaçar. Tadını madını boş ver, olacakların önüne geçebilir bu bilgi. Yerin kulağı var, yayılır. Tehlikeli, çok tehlikeli.”

Hakikaten ürkmüş bir duygu durumunda söyledi bunları.

“Söylemeyecek misin şimdi cidden? “

“Söylemeyeceğim.”

Söylemiyordu ama aklından geçiriyor olmalıydı. Düşüncelerini okuyabilirdim. İnsanların düşüncelerini okuyabiliyorsan ne diye konuşuyorsun onlarla, üstelik çok daha fenası beyinlerine girmeye katlanıyorsun, diye sorabilirsiniz. İnsanların beyinlerini okuyabiliyordum, ama çoğu insanın beyninden kayda değer veriler elde edemiyordum. İnsan zihni bir tsunami dalgası gibi önüne kattığı işe yarar yaramaz milyonlarca nesne içeren bir bulamaç gibi salınırdı hemen her saniye. Yine de bu bulamaç içinde öne çıkan, o an için öne çıkan belli başlı düşünceleri, imaj ve imgeleri yakalayarak bir yerlere varabiliyordum. Ama bana sıradan insanların aklından geçenler değil, böyle ayrıksı bir beynin aklından geçenler lazımdı şimdi, gizli kapıya ancak bu yolla ulaşabilirdim.

O an denedim, ama işe yaramadı. Bilerek, inadına saçma sapan, ilgili ilgisiz pek çok imgeyle çorba gibi karıştırdı şuurunu. Bir köpek ağaca işedi, bir bebek kıç üstü oturdu, bir kız çırılçıplak soyundu, bir futbol maçının ortasına tanklar girdi, bir kuş masaya pisledi, Hitler kürsüden bağırıp çağırdı, milyonlarca insan bembeyaz giysilerle hacca gitti, istasyonda bir bomba patladı, bir ağaç yaşken eğildi… Arada sıklıkla Paditör’ün konuşmaları, o kabadayı haliyle yürüyüşü, seyrek bıyıkları falan da görünüyordu, ama başka adamlar, hatta kadınlar da arzı endam ediyordu ki, buradan bir şey çıkarmak olanaksızdı. Alçak! Benimle düpedüz dalga geçiyordu.

 

Sır Taraflar Arasında Tarafsız Kalanda

“İyi” dedim, “Söylemeyeceksen söyleme. Akşam da uğrayabileceğimi sanmıyorum.”

“Kızma” diyerek yumuşadı. Halime kıkır kıkır gülüyordu hergele. Şükretsin ki ne kızma duygum, ne intikam eğilimim, ne de bir şeyi fiile dökme alışkanlığım vardır. Tam bir etkisizim. Ama bu her zaman böyle olacağı anlamına gelmez. Kızmak değil ama, araştırma ve merak misyonumun önüne geçilmesi bende muhataplarımın hiç beklemeyeceği tepkiler yaratabilir. Hayır, şimdi sırası değildi. Masaya koyduğumu farz ettiği elimin üstüne elini koydu:

“Bir ipucu vereyim. Boş gitme.”

“Evet, nereden başlayacağımı söyleyiver bir zahmet.”

“Nereden başlayacaksın... Şuradan: Bir kere erkek. Bu doğru. Ama oraya hemen varma. Taraflar… Taraflar arasındaki ilişkiler… Taraflar arasından bak, taraflar arasında tarafsız kalanı bul.”

“Taraflar… Taraflar arasında tarafsız. Bu mudur? Hepsi bu mu?”

“Evet bu. Çok bile söyledim.”

“İyi… Teşekkür ederim. Çok sağol.”

Doğruldum, düşünceli. Ayrıldım oradan. Bizimki de kalktı, genç kadının masasına da doğru yürüdü. Serseri!

Neydi şimdi bu? Nasıl bir bilmece. Taraflar… Taraf.

Ampul yandı. Taraf… Taraf gazetesi… Bölgede ve ülkede yürüyen birçok şey için bu Taraf gerçekten kilitti. Ama hangi Taraf? Taraf’ı kuran ekip kısa bir süre önce gazeteden ayrılmıştı. Ünlü önemli bir şahıs ve bir kadın. Kadın olmadığına göre. Adam. Ahmet Altan. Bu muydu? Yok canım! Şimdi Oral Çalışlar geçmişti başa. Operasyon bitti, misyon bitti, görev tamam, demişlerdi. Acaba? Yoksa yeniden, daha önemlisi mi başlıyordu?

Spekülasyon gereksiz. Hemen işe koyuldum. Yine binlerce bilgi, yazı, görüntü, ses taraması…

Ahmet Altan… O muydu? Tüm makalelerini, televizyon konuşmalarını, romanlarını çok yönlü, çok boyutlu gözden geçirdim. Hayır hayır… Bu kaçık bilge sık sık işe yarar püf noktalarını gösterirdi bana, ama her zaman mı? Sağlam basmalıydım. Bu Ahmet Altan denilen kişinin babası da pek mühim bir zat. Çetin Altan. Bir başka ağır top daha çıkmış aynı aileden. Mehmet Altan. Haklarında çok ağır suçlamalar var. Solculardan geliyor bunların çoğu. Solculardan gelen değerlendirmelere fazla itibar etmem. Birçokları da yazdıklarını küçümsüyor, zekasını sıradan buluyor. Bu ikinci kesimdekilerin arasında liberaller, bayağı üst düzey entelektüeller de mevcut. Öyle mi acaba? Tüm bu küçümsemelere karşın bu adamda sıradanın çok üstünde bir şeyler var. O kesin. Gizli şef mi? Yok artık!

Önce şu Kayser Söze Orhan Pamuk, sonra Ahmet Altan. Şüphelerim niye edebiyatta dolaşıyor? Elif Şafak? Ama Elif bir kadın. O olmaz.

Aklıma birden Pelin Batu geldi. Pek çok televizyon programında karşıma çıktı. Bunlar geçtiğimiz yüzyıllarda pek rastlamadığımız, hayır hayır hiç rastlamadığımız türde zekalar. Değişik türde işleyen akıllar. Ahmet Altan ve Elif Şafak’tan çağrışım yaptı. Evet evet Pelin Batu. Bilgiç cahilliğin o ağır gıcıklayıcı, tahrik edici transparan örtüsü arkasında adeta bir zihin orgisi yapıyor. Ne müthiş bir yokluk üstünde kendine güven güzelliği. Ne mağrur bir boşluğun yukarılardan bakma prensesliği. Bir üst insan şekilleniyor sanırım. Televizyonların aranan bilirkişisi Pelin Batu’ysa, Ahmet Altan liderliğinde bir düşünce devrimi niye patlamasın? 

Onu bir tarafa not aldım, tek taraflı saplanmamak için öteki kanalları da yokladım. Bu Oral Çalışlar ismi üstünde de durmak gerekiyordu. Televizyonda adeta “necefli maşrapa” kadar sık gördüğümüz tiplerden biriydi o da. Hiçbir şey boşuna değildir, insanlığın çoğunluğu değer bilmez gibi görünse de kendi karakterine uygun kişileri bir şekilde tanır ve onları belli yerlere muhakkak getirir. Oral Çalışlar da sürekli ekranlarda konuştuğu için bundan çıkarılacak tek sonuç onda büyük yetenekler bulunduğuydu. Ama ne tür ve ne kadar yetenekler? Benim için önemlisi oydu.

Kuşak farkı programı… Geçtiğimiz yılarda yapmıştı TRT için. Oğluyla birlikte. Kuşak… Kuşak farkı… İpucu bu olabilir miydi? Hazine bulmuş bir harami gibi daldım kayıtların içine. Dudak hareketlerinden, arkada geçen gemilerin baca ölçülerine kadar bin bir açıdan çözümledim verileri. İzlenceyle ilgili basında çıkanlardan, internette dolanan yoğun  küfürlerden de hayli yararlandım.

Basındaki reklamsı tanıtımlardan birinde şöyle bir şey geçiyordu: “Okuduğundan çok yazanlar kuşağı”nı simgeleyen bir baba ile “kazandığından çok harcayanlar kuşağı”nı simgeleyen oğlu "Kuşak Farkı"nda buluşuyor...

Görüyor musunuz insanlık ne kadar hızlı değişiyor, istediğim kıvama geliyor. Birilerini veya bir şeyi övmek için haber yapanlar dahi içlerindeki aşağılama duygularını gizleme gereği duymuyor, açıkça hakaret ediyorlar. Neymiş demek ki, yaşlı Çalışlar okuduğundan fazla yazıyormuş, genciyse kazandığından fazla harcıyormuş. Babası zengin olursa kazandığından fazla harcar, bu doğal elbette. Sonra şöyle devam ediyor yazı: “Oral Çalışlar ve Reşat Çalışlar, baba-oğul Trt-Haber’e program yapmaya başlıyorlar. Oral Çalışlar ve Reşat Çalışlar’ın ‘biz gelir farkıyla değil kuşak farkıyla ilgileniyoruz’ sloganını taşıyan programı, 21 Mart’tan itibaren pazar günleri saat 12.00’da Trt-Haber ekranlarında olacak.”

Başka bir tanıtım: “ ‘Dışlananların avukatı’ sosyalist Oral Çalışlar’la, ‘içlenenlerin avukatı’ liberal-postmodern-ortadoğusever Reşat Çalışlar, her hafta iki farklı yaş grubundan birer konuk ağırlayacaklar.”

Gelir farkıyla ilgilenmeyen sosyalistlerin çıkması çok güzel. Hayli kalabalık hale geldiler, çoğunluğu oluşturmak üzereler. Gelişmeler doğru yönde, insanlık cidden yeni bir atağın arifesinde.

Diğer bir kaynakta şöyle bir not düşülmüş aynı ikilinin çağrıldığı başka bir çekim için:

“Sunuculuğunu tiyatro sanatçısı Özgür Özgülgün\'ün yaptığı edebiyat, sanat, tiyatro, sinema, iş ve spor dünyasının tanınmış simalarının çocuklarıyla nasıl zaman geçirdiklerini, onlara nasıl davrandıklarını, çocuklarının geleceği için düşündüklerini anlattığı programın bu haftaki konukları gazeteci-yazar Oral Çalışlar ve oğlu Reşat Çalışlar. Kitap fuarında gerçekleşen çekimlerde baba Oral Çalışlar ve oğlu Reşat Çalışlar arasındaki kuşak çatışması üzerine sohbet ediliyor ve kuşak farkı zaman zaman mizahi yaklaşımlarla anlatılıyor.” Samanyolu Haber

 

 

03-06-2013
Facebook
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210550
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.