Öykü
ASUDE
Odanın içinde en fazla yer kaplayan eşyalar; kocaman köhnemiş ceviz masa ile masanın arkasında duran; aynı köhnelikte, başlıklı suni deri koltuktu. Koltuğun dayandığı duvarı neredeyse boydan boya kat eden pano; bürokrasinin şanlı bayrağıymışçasına kıpkırmızı ve heybetliydi. Aynı renkte küçük düğmecikler ile kapitonelenmişti. Uzun süre dikkatlice bakılırsa, bakan kişiyi hipnotize eder, her türlü kuralsız, ahlaksız düşünceyi söyleten doğruluk serumuymuş gibi boşboğazlığın önünü açar deniyordu onun hakkında. En azından okuldaki şöhreti böyle yayılmıştı. O; müdürün odasındaki ruhları emen kara delikti.
Masanın karşısında iç sıkıntısı ile ayakta bekleyen yeni yetme ellerini koyacak yer bulamaz gibi, başının üstünde kavuşturdu. Boş odanın sessizliği katlanılmaz olmuştu. Yine de aklından geçen şarkıyı mırıldanmaya cesaret edemedi. Ruh emen panoya bakmamaya dikkat ederek jaluzilerden giren güneş ışığının, havada uçuşan tozların dansını şekillendirmesini izlemeye devam etti.
Kapı aniden, gürültüyle açıldı, müdür bey içeri girdi. Yeniyetme kollarını aceleyle indirip, ellerini arkasında birleştirdi. Koyu renk takım elbiseli, çatık kaşlı okul müdürü, koltuğuna abartılı bir azametle oturdu. Bir süreliğine odada bir öğrenci olduğunu görmezden gelmenin; otoritesini vurgulamaya katkı yapacağını düşündü. Masasının üzerindeki dağınık kâğıtları karıştırarak, bazılarını imzalayarak zaman geçirdi. Yeni yetme bu ilgisizliği arkasından gelecek patlamanın habercisi olarak pek iyiye yormamıştı. Müdürün sakin, alçak perdeden gelen sesini duyduğunda bile, fikrini değiştirmedi.
- Eveeeet, Yusuf Okan Kargılı değil mi senin adın?
- Evet efendim.
- Evladım, bu kaçıncı oluyor, söyle bakayım?
- Ne kaçıncı oluyor efendim?
- Buraya neden gönderildiğini bilmiyor musun?
- Bilmiyorum efendim, ben bir şey yapmadım.
- Öyle miii? Bak sen! İşimiz gücümüz yok, bir de seninle mi uğraşacağız yani?
- Vallahi billahi bilmiyorum efendim, Türkçeci git dedi, geldim ben de!
-Eşşeğolu eşşek seni, ukalalıkta da üstüne yok!
Yeni yetme; sonuna kadar inkâr etmek en iyi taktiktir diye öğrenmişti büyüklerinden. Ama müdürün olan bitenlerden jet hızıyla haberdar olduğunu da fark etti.
- 698 Okan, benim asabımı bozma daha fazla! Seni dövsem dövdü derler. ----Televizyona, realiti şovlara filan şikâyet ederler. Al başına belayı sonra. Okuldan -uzaklaştırsam, senin canına minnet. Daha çok ödül olur sana.
- Efendim, yoksa öğretmenler odasına girdim diye mi kızdınız bana?
- Hayvan oğlu hayvan, senin öğretmenler odasında, hem de öğle tatilinde, hem de -içeride kimse yokken ne işin var?
- İyi ama kimya hocası bana “ git de çiçekleri sula öğlen arası” dediydi...
- Asude hanım mı?
- Evet hocam, o söyledi; çiçekleri sula dedi. Yoksa benim ne işim olur orada? Hem herhangi bir şey kaybolmuş mu sanki? Ben hiçbir şeye dokunmadım ki?
- Tahsin hoca seni dolapları açıp kaparken basmış ya, yalan söyleme terbiyesiz evladı seni!
- Hocam, böyle konuşmayın ama ayıp oluyor! Ben hırsız değilim, bir şey çalmadım, zaten kimse de bir şeyini kaybetmemiş değil mi?
- Sen nereden biliyorsun ki bunu?
- …
- Cevap versene ulan?
- …
Sessizlik, bir süre devam etti odada. Yeni yetme başı önünde, nefesini tutmuş, her an gelmesi muhtemel bir tokada karşı gardını almış bekliyordu.
- Hadi hadi, yıkıl karşımdan, serseri! Al şu kâğıdı da! Yarın velin gelecek buraya, öğleden sonra beni görecek, anladın mı?
Müdür elindeki kâğıdı, öğrencinin yüzüne bakmadan uzattı. Kâğıt alır almaz yeni yetmenin terden parlamaya başlamış avcuna yapıştı. Elinden kurtarıp buruşturarak pantolon cebine tıkıştırdı.
Odadan çıkar çıkmaz koşmaya başladı. Dört katlı binanın merdiven basamaklarını 15 yaşının çevikliği ile üçer üçer tüketti. En üst kattaki sınıfının kapısına dek durmadı. Kapıyı çalmadan önce sırtını duvara yasladı, karnında sol tarafta hissettiği sızıdan iki büklüm oldu, biraz soluklandı. Ellerinin terini pantolonuna sildi, saçlarını, parmaklarından bir tarakla yatırdı, kravatını düzeltti. Kalbinin çarpıntısını dinledi kısa bir an, koşmaktan değildi bu; biliyordu. Dangalak müdür yüzünden, dersin yarısını kaçırmıştı zaten. Ama onu göreceği, sesini duyacağı azıcık zaman bile saatlere bedeldi.
Sınıfın kapısını çaldı, içeriden “gir” sesini bekledi. Girdi. Erken bahar güneşiyle apaydınlık sınıfın havası şimdiden acımış ter, nemli palto, kızların süründüğü ucuz parfüm kokuları ile ağırlaşmıştı. Masasında oturan genç öğretmene, telaşsızca, yüzünde mesafeli bir gülümseme ile yaklaştı.
- Asude hocam, müdür beyden izin kâğıdım var, oturabilir miyim?
- Tamam Okancığım, geç yerine.
Pencere kenarında, ikinci sıradaki yerine oturdu, defterini açıp Asude hanımın anlattıklarını dinler gibi yaptı. Oysa sadece kulaklarında atan kalbini duyuyordu. Gözleriyle, karşısındaki ışıltılı ela gözlerin her hareketini takip ediyor, bir an bile olsa onlarla buluşmak için fırsat kolluyordu.
Öğretmen, kitabını kapattı ,”şimdi bu tepkimenin nasıl olduğunu görelim” diyerek, yerinden kalktı. Tahtaya doğru ilerlerken dalgalı kızıl saçlarını alışkın bir jestle ensesinin üzerinde topladı. Elindeki kurşun kalemi saçlarının arasından geçirerek, topuzunu sabitledi. Asit-baz reaksiyonu ile ilgili bir formülü yazmaya koyuldu. Kulakta atan kalp, öğretmenin sırtını dönmesini fırsat bilerek, elini cebine attı. Kimsenin bakmadığına emin olunca cebinden çıkardığı ve avcunun içinde sımsıkı sakladığı şeyi sıranın altındaki defter gözüne uzattı. Dikkati anlatılan şeydeymiş ifadesini bozmadan yan gözle aşağı baktı. Üstü renkli taşlarla süslü, kilitli bir saç tokasıydı bu. Birbirine geçmiş metal parçaları arasına sıkışıp kalmış, birkaç tel saç göze çarpıyordu. Yeni yetme kızıl, uzun saç tellerini usul usul okşadı. Birkaç kez parmaklarına dolayıp, açtı. Sonra incitmekten korkar gibi tokayı yavaşça tekrar cebine koydu.
Füsun Tünay
Bu sayfalarda yer alan okur yorumları kişilerin kendi görüşleridir. Yazılanlardan www.insanbu.com sorumlu tutulamaz.
İNAN 31.01.2018
Merhaba. İlk cümleler her zaman zordur, ilk iki cümleyi sesli okudum, olmadı. Repliklerde eksik var, bazıları sıralı değil. Müdür yardımcısı baltanın teki de olsa bu kadar küfür ve hakareti şimdi yapsa lise öğrencisinden bir araba dayak yer, zaman olarak 80 ve 90lı yıllardaki dayaklı, hakaretli dönemi mi vurguladınız? Sonunu beğendim. Çalışmalarınızda başarılar.