YAĞMA

YAĞMA

1.

Kireç tozuna bulanmış çelimsiz çocuk, çölde nefes nefese koşuyor. Üzerindeki giysi paçavraya dönmüş. Ne gökyüzünde bir bulut ne de havada serinletici bir rüzgâr var. Sadece yakıcı ve inatçı bir güneş…

Çocuk birkaç adımda bir ardına bakıyor: Takip eden var mı, yakalanacak mı?

Korktuğun nedir zavallı çocuk? Bir sırtlan mı çıkacak bir kovuktan; salyalarını akıtarak, senin taze etinin peşine düşecek? Bir haydut mu yetişecek ardından; seni bir esir pazarında satacak üç beş altın için?

Nedir? Kimdir?

Çocuk, ürkütücü seslerden ve karanlıktan kaçar gibi, çöl kumunda nefes nefese koşuyor.

2.

Büyük çadırın perdesi bir esintiyle havalandı. Çadırdan, iri yarı, esmer bir adam –Mahat- öğle güneşinin kavurucu sıcağına çıktı. Beyaz, keten şalını başına doladı. Yüzünde kaba bir ifade vardı. Enli bir palayı belindeki kuşağa sıkıştırdı ve etrafına bakındı: Önünde uzanan çorak düzlük, birkaç tepenin arasına gizlenmişti. Düzlükteki kireç ocaklarından kalkan beyaz toz bulutu, havada asılı kalmıştı. Her ocağın yakınında birkaç katır bekleşiyor, bulabildikleri tek tük gölgeliklerin altına sığınmaya çalışıyordu. Bir sürü çocuk, karıncalar gibi ocaklara girip çıkıyor, çıkardıkları kireç taşlarını el arabalarıyla dışarı taşıyor ve bunları yığın haline getiriyordu. Başka çocuklar da, bu yığınlardan aldıkları taşları büyük küfelere aktarıyordu. Küfeler tamamen dolduğunda, katırlara yükleniyordu.

Dikkatli bakıldığında, düzlüğün güneyindeki daracık bir yolun, iki tepenin arasına uzandığı görülebilirdi. Küfeleri taşıyan katırlar, cılız, sefil kafileler halinde bu yolu tutuyordu. Onlar da toza bulanmıştı: püsküllü yeleleri, zayıf sağrıları ve toynakları bembeyazdı.

Muhafızlar ocakların arasında dolaşıyor, işlerin muntazam ilerleyip ilerlemediğine bakıyordu. Fazlaca duraklayan, kaytaran ya da kaçmaya çalışan bir çocuk olduğunda, onu hemen uyarıyor; en olmadı, pataklayarak yola getiriyorlardı.

Düzlüğün etrafını saran tepelerde gözcüler konuşlanmıştı. Bazıları gölgeliklerin altında dikiliyordu. Bu gölgelikler, üç direğin üzerine gerilmiş ve bitki liflerinden yapılmış örtülerden ibaretti. Kimi gözcüler ise taş siperlerin ardında nöbet tutuyordu. Tepelere dağılmış bu adamlar, yay ve kamalarla silahlanmıştı. Sadakları okla doluydu. Bunlar, ovadan ziyade, tepelerden ötesini gözlüyor, dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı tetikte duruyordu.

3.

Mahat yine çadırına girdi. Gece çok içmişti, başı çatlıyordu ve karnı çok açtı. Dışarı seslendi:

-Hilam!

Kara kuru bir adam içeride bitti:

-Emredin Mahat!

-Yiyecek bir şeyler getir bana.

-Derhal!

Hilam az sonra elinde bir siniyle çıkageldi: Tandır ekmeği, lime lime edilmiş koyun eti ve bir kırba su. Başka bir emri var mı diye sahibine soran gözlere baktı. Mahat, kafasını defetmek istercesine salladı. Hilam süklüm püklüm dışarı çıktı.

Mahat ağır hareketlerle yemeğe başladı. Dışarıdan çocuk işçilerin konuşmaları, yakınmaları, seslenmeleri geliyordu. Ardından, muhafızlardan biri çocuklara ya bağırıyor ya da vuruyor, bu patırtıyı itaatkâr bir sessizlik takip ediyordu.

Kendi çocukluğunu düşündü. Sevgiyle ya da özlem değil fakat derin bir mutsuzluk ve kaygı hissetti. Aşiretleri, çölün ortasındaki küçük bir vahayı sahiplenmişti. Babası, aşiretin diğer adamları gibi ya bir yağmaya katılıyor ya da yağma mallarını satmak üzere, başka şehirlere, pazarlara gitmiş oluyordu. Onu görebildiği zamanlarda, diğer kardeşlerinin arasından sıyrılıp onun gözüne girmek için çabalıyordu.

Bir gece, dışarıdan gelen canhıraş bağrışmalarla, küfür, hakaret ve yalvarma sesleriyle uyandı. Kardeşleri ile birlikte kaldıkları çadır, alevler içindeydi. Hepsi ağlıyor ve korkuyla birbirlerine sarılıyordu. Nasıl yaptığını anlamadan kendini dışarı attı ve sığ bir hendeğin içine yuvarlandı. Aşiretin erkekleri yağmaya gittiği için, köy sahipsiz kalmış ve eşkıyadan baskın yemişti. Yüzleri siyah örtülerle gizlenmiş bir yığın adam, ellerinde meşalelerle çadırları ateşe veriyordu. Nice kadın ve çocuk, korkunç yüzleri yalımlarla aydınlanan atların ayak tepmeleriyle eziliyordu.

Başka bir eşkıya grubu da, çadırların dış çemberindeki kerpiç evlere dadanmıştı. Yaşlıları, kadın ve çocukları sürükleyerek evlerinden çıkarıyorlardı. Köyde kalmış olan az sayıdaki muhafızın da katledildiğini gördü: Eşkıyalar çoğunun kafasını kesip bir köşede üst üste yığmıştı.

Sonra halktan işe yaramayacak olan yaşlı, hasta ve güçsüzlerin de kafaları da kesildi ve bu yığına eklendi. Genç ve iş yapabilecek kadınları alıkoydular; birbirine bağlayıp tek sıra halinde dizdiler. Çocukları da ayrı bir grup yaptılar ve bağladılar. Toplayabildikleri tüm mal ve ganimetleri develere ve atlara yüklediler. Aşiretin erkeklerinin geri gelmelerinden korkuyorlardı. Yakalanmamak için hemen yola koyuldular.

Marat, olan biteni, saklandığı hendekten izliyordu. Ansızın pençe gibi bir elin, onu kolundan yakaladığını duydu. Ne olduğunu anlamadan kendini eşkıyalardan birinin atının terkisinde buldu. Karanlık çöl gecesine doğru yol aldılar.

Onu satın alan adamın aşiretinde bir köle olarak yetişti. Delikanlı çağına geldiğinde sahibini öldürdü ve oradan kaçtı. Ne babasını ne de eski aşiretinden herhangi birini aramadı. İçinde sevgi kalmamıştı, sadece öldürme ve sahip olma arzusu ile doluydu. Kendi de bir eşkıya takımına katıldı. Nihayet, bazı aşiretlerden oluşan bir ittifakta paralı asker oldu.

Ama bu anıları uzaklaştırmak istedi. Biraz uyumalıydı. Sert döşeğine uzandı. Huzursuz, kâbuslu bir uykuya daldı.

4.

Gece geldi çattı. Gökyüzü berrak ve yıldızlar parlaktı. Hava, çöl insanlarını bile üşütecek kadar soğumuştu.

Güneye bakan iki büyük tepeden soldakinde, iki muhafız, nöbette konuşuyordu. Yaşlı olan, yayını bir kayaya yaslamıştı; genç olan dimdik duruyordu. Yayı ve sadağı sırtında asılıydı. Kuşağının iki tarafına birer tane kama sıkıştırmıştı, her iki eliyle bunları sımsıkı tutmuş, karanlığı gözlüyor, bir yandan yaşlının sözlerine kısa, kesin cevaplar veriyordu.

Yaşlı asker, “Artık köpek dövüşleri yapılmıyor” dedi. “Ben küçükken, Harara’ya, benim doğduğum şehre, kafileler gelir, yanlarında kafeslerin içerisinde köpekler olurdu. Kendilerine gösterilen bir meydanı uzun kazıklarla çevirirler, kazıkların arasına kalın ipler çekerlerdi.”

Karanlığa doğru tükürdü. Kırbasından bir yudum şarap içti ve devam etti: “İplerin arasına bir de ağ gererlerdi. Mızraklı adamlar, yükseltilerin üzerinde durur, köpeklerin kaçmasına mani olmak için gözcülük ederdi.”

Genç adam, dinlemiyor gibiydi. Aslında yaşlının anlattığı her şeyi duyuyor ve anlıyordu. Ama vazifesinden alıkonmak istemiyordu.

Yaşlı adam bir yudum daha şarap içti. “İki köpek ortaya salınır ve dövüş başlardı. Dövüş başlamadan önce bahis yapanlardan değerli eşyalar toplanırdı tabii ki”

Genç adam bir yorum yapma mecburiyeti hissederek, “Bizim köyümüz denizin kenarındaydı, insanlar balık tutardı” dedi.

Yaşlı adam sırıttı. “Sen balık tutmayı iyi biliyorsun o zaman” dedi.

“Hayır” dedi genç.

“Neden öğrenmedin ki?” dedi yaşlı adam.

“Sen köpek dövüştürmeyi biliyor musun?” dedi genç adam.

Yaşlı adam bu cevap karşısında durakladı. Biraz düşündü üzerinde. Aslında zekice bir cevap olmadığını ve genç adamın da bunu hazır cevaplı oluşundan söylemediğini, yüzündeki bön ifadeden anladı. Genç adam kıpırtısızca karanlığa bakıyordu.

“Eh” dedi yaşlı adam, “Ne zaman bitecek nöbetimiz biliyor musun?”

Genç adam, huzursuzlandı, “Patırtıları sen de duyuyor musun?” derken, gırtlağına karanlıktan fırlatılıp gelen bir mızrak saplandı. İki avuç dolusu kan, et parçaları ve deri, yaşlı adamın yüzüne sıçradı. Genç adam, kafası gövdesinden neredeyse tamamen ayrılmış halde kayalıklara yuvarlandı. Yaşlı adam kendini hemen, cesedin yanına attı, kayalıkları kendine siper etti. Sadağından bir ok çekti, yayına taktı, atış yapmaya hazır halde karanlığı gözlemeye başladı. Nal seslerini duydu. Bir süvari, tepeden aşağı, üzerine doğru geliyordu. Yayını gerip, oku fırlattı, süvariyi alnının ortasından vurdu, süvari yuvarlandı; at, yaşlı adamın üzerinden aşıp ovaya doğru dörtnala gitti.

“Hakladım şerefsizi” deyip cesaretlendi. Dizlerinin üzerinde daha bir dikleşip yeni bir atışa hazırlanırken, gözleri korkuyla büyüdü: birçok süvari tepeden aşağı akın akın geliyordu. Yayını gerecekken, yanında biten süvarilerden biri, kafasına bir topuz indirdi. Kafası, beyaz sarığının altında tamamıyla ezildi, omuzlarının arasına gömüldü; cesedi, genç adamın cesedinin üzerine haçvari düştü.

Diğer tepelerde de vuruşmalar başladı. Kol ve kafalar sapır sapır dökülüyor, bedenler, cansız yere seriliyordu. Ovadaki çadırlar çoktan ateşe verilmişti.

Marat, elinde palasıyla kendi çadırının önünde dövüşüyordu. Kalın bacakları yere sapasağlam basıyordu; gövdesini ağır ağır hareket ettiriyor ama her pala darbesinde mutlaka bir adamı haklıyordu. Her hamleden sonra, sağlam ve ağır bir adım atıyor, enli palasıyla, kâh bir atın sağrısını boydan boya yarıyor kâh karasinek gibi başına üşüşen adamlardan birini ikiye bölüyordu.

Derken zincir şakırtıları duydu. Karşısında, üstü çıplak, kafası traşlı ve iki karış sakalı olan devasa bir adam gördü. Adam iki tane sırtlanın boynuna tasma vurmuş, tasmaların zincirlerini ellerine dolamıştı. Boyuna bağırarak, hayvanları Marat’a saldırması için kışkırtıyordu. Sırtlanlar böğürüp uludukça, sarı kırçıllı tüyleri salyalara bulanıyordu. Ne olduğunu anlamadan, sırtlanlar Marat’ın üzerine atıldılar, kol ve bacaklarını vahşice ısırıp koparmaya başladılar. Haydutlar da kargılarını hınçla Marat’a sapladı. Koca adam cansız yığıldı, kan revan içinde, delik deşik kaldı. Şimdi heyecanı biraz yatışan sırtlanlar, Marat’ın bedenini yemeğe koyuldular.

Kel, iri yarı adam –adı Şarşak’tı- adamlarına seslendi:

-Tüm askerleri öldürün! Silahlarını, hayvanlarını alın!

Sonra ocakların olduğu yeri işaret etti:

-Çocukların hepsini toplayın ve birbirine bağlayın, onları öldürmeyin sakın!

Tüm cesetler bir araya getirildi. Başka sırtlanlar da vardı. Hepsini, beslenebilsinler diye cesetlerin üzerine sürdüler. Onlar da şapırtı ve hırıltılarla karınlarını doyurmaya koyuldular.

Çocukların hepsi, ocaklardan çıkarıldı ve birbirlerine bağlandılar. Korkuları, idrak kabiliyetlerini ve yorgunluklarını aşıyordu.

Gerekli yağmalar yapıldıktan sonra Şarşak, artık vakit kaybetmek istemedi, talimatlarını verdi: Kafile, iki tepenin arasından giden yola, güneye doğru ilerledi.

5.

Kireç tozuna bulanmış bir çocuk, kanlı ovadan kaçıyor. Ayak tabanları yara içinde, üstü başı yırtılmış. Sık sık ardına bakıyor. Kulağına sırtlan hırıltıları, kılıç ve zincir şakırtıları geliyor: Pis bir sanrı.

Bir keresinde, ocaktaki muhafızlardan birinin güneydeki denizden ve limanlardan bahsettiğini duymuştu: Şimdi denize doğru koşuyor, ona ulaşırsa kurtulacağını düşünüyor.

Güneş, sarı bir keçe gibi gökyüzüne yapışmış, yakıyor. Çocuk, kum tepelerinin üzerinden ağırlıksız bir şekil gibi kayarak gidiyor.

***

İrfan Özgün Karakaya

 

Oykünün görseli: Özgür Özcan


Yorumlar

Maximum : 1000 Karakter / Karakter Sayısı: 
0
Yorumlara gerçek ad ve soyadınızı yazmanız onay kolayllığı sağlar.
Mail adresinizi yazmanız keyfinize kalmıştır. Yorumlarınızın onaylanması da
editörlerin tamamen keyfine bağlıdır. Yılların deneyimi sonucu bu bizde böyle.


Bu habere henüz yorum yapılmamıştır, ilk yapan siz olun!...