Seher Yeli

Seher Yeli

İlkbahar birdenbire patladı. Sabah uyandığımda geçmişten bir koku anımsadım. Günün en güzel zamanı kuşluk vakti. En güzel kokusu kuşluk vaktinde esen sabah yeli kokusu. Maraş’ın, Urfa’nın kavurucu sıcaklarına ilaç tesiri yapan, sık sık kendini özleten garbi rüzgarı gibi. Rüzgar, tabiatın hesap vermeyen, bağımsız tek çocuğu; insanoğlu denizler, ağaçlar, topraklar için savaşır, biçim vermeye çalışırken onu yukarıdan izleyen âşıkane, kabına sığmaz bir kaçak ve zihnimizde esen en hoş melodi. İşte bu rüzgâr, küçücük kemiklerime serin serin işleyip, tatlı tatlı üşütürken, ninemle tavuklara yem atmaya giderdik. Ninemin adı Fatma Hanım. Kümesin kapısını açar, kuluçkadan yumurtaları alırdık. O yaşımda bana sorsaydınız gurk tavuk dünyanın en tehlikeli hayvanıdır derdim. Ninemin eteğine saklanırdım önce, sonra vahşi hayvanlarla dövüşen gladyatör Carpophorus gibi cesaret gelirdi üzerime, kendime güvenli mesafe yarattıktan ve kaçma alanı bıraktıktan sonra mağrurca başımı kaldırır ve yemleri adilce serpiştirirdim. Salkımsöğüt ağacının sakladığı çeşmede, yaprakları aralar taze domatesi, sivri biberleri yıkardık ve yer sofrasında kahvaltı ederdik. Salkımsöğüt yaprakları, çok yaşlı bir Tanrı’nın gür, ince, uzun sakalları gibi uzanarak çeşmeyi içine adeta hapsederdi. Yerini bilmeyen, mümkünatı yok bulamazdı çeşmeyi. Biraz sonra güneş yavaş yavaş yüzünü gösterir, seher yeli etkisini tamamen kaybederdi... İşte geçmişe duyduğum özlem fırtınası bu sabah gözümün önünden geçmiş, ılık ılık içimi titretmişti. Kaç yıl oldu acaba köye gitmeyeli? Zaman makinesinden çıkan hesap silme on yıl! Babaannem 70 yaşında büyüttüğü torununu görmek için iki kez İstanbul’a geldi de, ben, hayırsız torun, çok yoğunum mazeretiyle bir türlü gidemedim. Belki, bu sabah beni geçmişte gezdiren o seher yeli kokusu olmasa bu ihmalkarlığın farkına bile varmayacaktım. Bir kıvılcım çaktı, şu hayat gailesinin dümdüz ettiği beni, harekete geçirmek, silkindirmek için böyle bir işaret lazımdı belki de. Kuş olup uçmak istiyorum köye. Mahmut’a telefon ettim. 
-Beni bir hafta rahat bırakın, dedim. Sekiz yıldır Nicola Tesla gibi, dört saat uyuyorum, yirmi saat çalışıyorum...
Sözümü bitirmeden tamam, dedi. Mahmut patrondu, tamam deyip kestirip attı. Halbuki ben izin almak için boğuşacağımı, dil dökeceğimi zannediyordum, zira işler hiç olmadığı kadar yoğundu. Kararlı sesim karşısında direnmenin anlamsız olacağını görmüş olmalı. Türkiye’de ilk kurulan Dijital PR şirketlerinden biriydik ve her geçen yıl büyüyorduk. Şimdi işin en tatlı kısıma gelmiştik. İzni de kopardığıma göre babaannemi arayabilirdim, haftada bir arıyordum zaten, bir ihtiyacı var mı diye soruyordum. Hayırsız olduğum doğrudur ama arayıp sormayı ihmal etmezdim. Bir keresinde işe yeni girdiğim dönem hastalanmıştı, telefonda sesi boğuk, halsiz geliyordu, kesik kesik öksürüyordu. İzin alıp geleceğim dedim, o zamanlar daha kendimi ispatlamadığım, asker tabiriyle de “torun” olduğum için işi kaybetme riski bile vardı, çünkü özel sektörde insanlık yoktu. Yola çıkacağım gün, gelmeyeyim diye etrafına öyle büyük bir neşe saçtı, sesine öyle bir dirayet, sağlamlık verdi ki, sanki hasta olan taraf telefonun öbür ucunda olan bendim, onun hasta olduğunu da ben uydurmuştum! Gerçekten mi iyileşmişti yoksa binbir zahmetle bulduğum işi kaybetmeyeyim diye numara mı yapmıştı, hâlâ bilmiyorum. Gidince bunu da sorarım...

İçime sığmayan, sadece onunla paylaşmak istediğim kocaman bir mutluluk var, ama aradım açmadı. Endişelendim. Fikriye teyzelere gitmiştir belki, dedim. Bu bahar, sadece bana gelmedi ya, mahkumlar gibi kendini evde kilitleyip oturacak hali yok. Sürekli aradım, belki on defa... Sonunda açtı. İçimdeki darlık, evham, endişe buhar olup uçtu... 
-Babaanneeem, nabıyon sen? Saatlerdir arıyorum, açmadın, ne kadar korkuttun beni? 
-Karakuzum, nasılsın? Fikriye teyzenlerle dereye kadar indik, o kadar yağmurdan sonra nasıl çağlıyor. Maşallah, suyumuz, gürbüz çocuklar gibi yerinde duramıyor, taşıyor, gözümüz daldı, bırakıp gelemedik, şimdi hava günlük güneşlik. Orada hava nasıl? 
-İyi iyi, çok güzel, aynı orası gibi. Cuma’ya geliyorum, tam bir haftalığına. Dereye ineriz, çağlayanın çığıltısını beraber dinleriz, piknik de yaparız.


-Fikriyeee, bu cuma Kerem geliyormuş! Fikriye teyzenin yanık sesi telefondan top ateşi gibi gümbürdedi: Hadi gözün aydın Fatma, torununa kavuşuyorsun sonunda, gözün açık gitmez... Fikriye teyze, bizim Çerkes köyüne yerleşen ilk gürcülerden. Kulağınız hassas ise gürcülerin şedit sesine dayanmanız zor olur, ikiden fazla gürcü bir araya geldiği zaman orada kavga var zannedersiniz, çok gürültülü konuşurlar. Nihayet bana döndü, sözü Fikriye’den aldıktan sonra coşkulu, çocuksu sesine biraz telaş ve ciddiyet karışmıştı: 
-İşlerin yolunda mı, her şey yolunda mı? İçimdeki hislerin, bendeki değişikliğin tarifini normal şartlarda belki açıklamayazdım fakat yolunda olmayan bir şey yoktu. 
-Hem de hiç olmadığı kadar yolunda. Bir leğen, yok, bir çuval dolusu kadar çok patates kızartması istiyorum. Köfte de istiyorum... 
-Yapmam mı, yapmam mı yavruma hiç! 
Ültimatom verir gibi konuştum! Ben, beni yetiştiren bu ihtiyar kadına şımarıklık yapmayı çok seviyorum. Şimdi de ufalıp, cenin pozisyonunda, kollarım birbirine bağlı, elleri saçlarımda, başım dizlerinde, özlemini duyduğum o seher yelinde mışıl mışıl uyumak istiyorum, çocukluğuma dönmek istiyorum, çok zor geçen çocukluğuma...
Annem, ben iki yaşındayken kardeşimin doğumu esnasında ölmüş. Yüzünü hatırlamıyorum. Dut ağaçlarına yaslanıp gülümserken bir fotoğrafı var. Kâbeye inen bir nur gibi, çok zarif, çok güzel gülümseyen bir kadınmış annem. Tek fotoğrafı oydu. Annemin yaslandığı dut ağacını kutsal emanet gibi gördüm, dut koparamazdım ondan, annemin saçlarını koparıyormuşum gibi gelirdi, Hırka-i Saâdet’ti o, Sancak-ı Şerif’ti, annemin yüzü kâbeye inen bir nursa, dut ağacı kâbenin kapılarından biriydi... Babam, henüz otuz iki yaşında kanserden öldü. Ben dört ya da beş yaşındaydım. Babamla ilgili hayal meyal zihnime üç fotoğraf yerleşmiş... Bağdaş kurmuş, ağzında sigara, elindeki aletlerle kestane ağacını yontuyor, bana tahtadan araba yapıyordu... O araba beni o kadar mutlu etmişti ki, küçücük yüreğim heyecandan öyle bir alev aldı ki, bilinen heyecanlar içinde, o sevinci bugün kıyasalayabilecek hiçbir mutluluk yoktu.
İkinci görüntü, zayıflıktan derisiyle kemiği iç içe geçmiş, gözleri yarı açık, yüzünde fer kalmamış, umut da kalmamış, ölmeyi bekliyor gibiydi. Kurban edilmeyi bekleyen koyunların gözündeki o çaresiz bakış, bu heybetli adamın gözlerine yerleşmişti, bakamazdınız gözlerine, çoktan razı olmuştu kaderine. Annem öldükten sonra babam çok üzülmüş, bir süre sonra kan tükürmeye başlamış, gittikçe zayıflamış, ufalmıştı. Öldüğü gün, evimizdeki yabancı insanların ayaklarının altında eziliyor gibiydim. Sadece babaannem ağlıyordu, bağıra haçkıra değil, bir köşede, usulca. Matem gününe herkes hazırlıklıydı, bekleniyordu. Babam, babaannem için, doktorlar “yapılacak bir şey kalmadı” dediğinde ölmüştü. Fakat bir anne, evladının ölümüne kendini nasıl hazırlasın, işte o da bir köşede ağlıyordu, babam ve onun ölümüyle ilgili hafızamın bana sunduğu görüntüler bunlardan ibaret. O zamanlar benim haberim yoktu ama insanlar daha çok benim için üzülüyormuş, beş yaşında anasız babasız kaldı diye. Sait Faik’in hikâyesiydi: Trifon, toprağı sevmez, ona hürmet ederdi. Çünkü birçok sevdikleri orada, onun altında, aklın durduğu bir yerde yaşıyorlardı... İşte, o güz gününden itibaren sevdiklerim toprağın altına girdi; toprak oldu, toprağın üzerinde nefes alan, birbirine bir nefes kadar yakın olan ninemle ben kaldık.

İlkokula başladım. Hayatımın en güzel zamanlarıydı. Yaz tatillerinde okulun bahçesinde sabahtan akşama kadar top oynardık. Çocukluk anılarımın yarısı hararetle, kıran kırana top oynadığımız zamanlardandır. Eğer yararlı başka bir işe top oynadığımız kadar ilgi gösterseydik ve ona bu kadar zaman harcasaydık, hepimiz mesleklerimizin erbabı olabilirdik. Geceme bir anlık bir boşluk girse, o sessizlik ve karanlıkta bir hançer yüreğime saplanır, annem ve babam aklıma düşer, derin bir sızı duyardım. Bu boşluğa izin vermemek için, babaannemle önce Kevser ve İhlas Sûrelerini okur, sonra, ben uyuyana kadar da masal anlattırırdım, susturmazdım onu, geceyle başbaşa kalmak istemezdim, bazen babaannem benden önce uyur, ben yine o sızıya yenik düşerdim. Böyle böyle on iki yaşına geldim. Sonra amcamlar beni yanına aldı, artık İstanbullu olacaktım. Derme çatma bir köy okulundan iyi bir eğitim veren İstanbul okuluna geçiş yapmak, inanılmaz zordu. Hiçbir şey bilmiyordum, köy okulunda bize hiçbir şey öğretmediklerini anladım. Okuldaki hiç kimseyi tanımıyordum. Bunun yanı sıra köye, arkadaşlarıma ve babaanneme duyduğum özlem, ilk yılımı kâbusa çevirmişti.

 

Özellikle babaanneme yüreğim sanki zincirle bağlanmıştı zira amcam beni anlamıyordu. Onunla konuşup dertleşmek mümkün değildi, hâlâ öyledir, amcam bana hiçbir zaman samimi ve candan gelmemiştir, sanki babam vefat ettikten sonra birileri onu zorlamış ya da vicdanı gereği beni yanına alma zorunluluğu hissetmişti, üzerimdeki emeklerini inkar edemem, hatta birkaç ölçek severim bile ama hep bir mesafe olmuştur aramızda... İnsan yeğenine karşı biraz daha şefkatli, biraz anlayışlı olmalıydı, değil mi? Ya da ben babannemden böyle gördüğüm için beklentimi yüksek tutmuş olabilirim... Sıkıntılı geçen ilk yılın ardından İstanbul’a, okula alıştım, yeni arkadaşlar edindim ama aklım hâlâ köydeydi, İstanbul’daki ilk iki yıl üç aylık yaz tatilinin tamamını köyde geçirdim, köy bıraktığım gibiydi, onu bırakıp yeniden İstanbul’a dönmek ölüm gelirdi. Yavaş yavaş büyüdüm. Artık köye bir vazife ifa etmek için gidiyordum. Köydeki çocukluk arkadaşlarımla kafa olarak çoktan ayrılmıştık. Her zaman ilk günlerimiz çok eğlenceliydi, anılar yâd ediliyordu fakat üçüncü günün sonunda konuşacağımız bir şey kalmıyordu. Yedi yaşında ne söylüyorlarsa on yedi yaşında aynı şeyi söylüyorlardı. Fikirleri gelişmiyor, olgunlaşmıyordu; açıkçası ben de onları hakir görmeye, küçümseye başlamıştım. Ciddiye almıyordum ve gitgide uzaklaşıyordum onlardan. Düşünürün bir sözü vardır: başlarına olmadık işler geldiği zaman kaderini, kendisine eziyet etmekten hoşlanan biri gibi görür, onu aklı ve bir çift gözü olan bir insan gibi düşünüp, bir kişiliğe büründürerek tüm sorumluluğu ona yüklerlerdi... Onlar da sosyal, siyasi bütün meseleleri kadere bağlayıp, üzerine düşünmekten kaçınıyor, gecenin serininde vur patlasın çal oynasın içki içmeye dere boyuna gidiyorlardı. Ben o hayatın insanı değildim. Düşünmeye alışmamış kafalardan değildim.

Beş seneden sonra kâgir evimiz gözüme biraz eskimiş gibi geldi, benim gitmeme dayanamamış olmalı, beş yılda kırışmış yüzü acı içinde inliyordu sanki, terkedilmişti. Müstakil, geniş, çok odalı bir ev yaptırmıştı amcam, artık burada oturuluyordu, bu evde sigara içmek daha kolaydı. Beş sene önce geceleri beni yalnız bırakmaması için neredeyse yalvardığım ninemin, artık bir an önce uyumasını istiyordum. Sigara içtiğimi ona bir türlü söyleyememiştim, koyu bir karanlık ve ürkütücü kuş sesleri dışarıdayken yakalanma korkusunu pekiştiriyordu. Çerkes gelenekleri bizim nesille birlikte öldü, eski çerkes geleneklerini teferruattıyla anlatsak, bugün dünyanın en hürmetkar insanı bile, “bu saygı değil, resmen saçmalık” diyerek delirir; fakat her köklü geleneğin farklı görüşleri, farklı akılları elbette vardır, şaşırmakla birlikte bir taraftan da ruhun yüceliğini gösteriyor bize. Babaannem anlatırdı, babamın amcası altmış beş yaşında bir adam, kendisinden birkaç yaş büyük ağabeyi, yani dedem, bir keresinde sigara içerken nasıl olduysa dedemle karşı karşıya bulmuş kendini, ivedi bir hareketle yanan sigarayı avuçlayarak yumruk yapmış, avcu köze, küle dönmüş neredeyse, dedem gidene kadar da istifini bozmamış... Çerkeslik bizim nesille birlikte öldü dediysek de, on yedi yaşında babaannemin karşısında bacak bacak üstüne atıp, sigara içecek kadar pervasız, düşüncesiz değildim... İlk defa, İstanbul Teknik Üniversitesi’ni kazandığım sene gelmedim köye, çünkü tam bir yıldır aşk acısı çekiyordum. Bir sene boyunca senaryo kurdum kafamda. O bahçeli evden gizlice Hanımeli çiçeği koparacaktım ve sevdiğim kıza verecektim. Çimen yeşili gözleri vardı. Nergis çiçekleri gibi sarı sarı saçları beline süzülür, açık renkli bir kısrak yelesi gibi salınırdı. Senaryomu her tatbik ettiğimde nabzım yüz yirmiye çıkıyordu. Bahçedeki Hanımeli çiçeklerinin neredeyse hepsini kuruttum, o bereketli bahçede koparta koparta çiçek bırakmadım. Nihayet büyük gün geldi ve bu defa çok kararlıydım. Çiçeği kopardım. Yanına yaklaştım. Suratım, Hitler’in karşısına çıkmış bir Nazi subayı gibi çok ciddi ve gergindi. Esas duruştan yürüyüş komutu verilen asker gibi kolumu uzattım,“Sana kopardım, al” dedim. Kendimden çıkan sesi tanıyamadım önce, çok heyecanlıydım. Güldü... Kolum havada kaldı. İçimden, nolur al, dedim, nolursun al... O alaycı gülüşe devam etti. Hayatımda bu kadar utandığımı hatırlamıyorum. Özgüvenim yerle yeksan oldu. Kolum düştü, avucum usulca çiçeği yere bıraktı, ona boka bakar gibi baktım, aşka tövbe ettim ve arkama bakmadan gittim. Eve geldiğimde aynaya baktım. Burnumun ucu sapsarıydı. Hanımeli'ni koklamıştım, tohumları burnumla akraba olmuş. Kıza verene kadar rahatlamak için kimbilir kaç defa kokladım bunu. Sarı sarı tohumları burnumdan temizlerken “kahretsin, Allah kahretsin, kız bu yüzden güldü sana!” dedim kendi kendime... Ondan sonraki üç yıl sadece birer haftalığına geldim. İşe girdikten sonra on yıl hiç gelememek benim utanç vesikam olmuştur, en azından yirmili yaşlarımın sonunda; en verimli, genç, yoğun zamanlarımda bunu fark etmek, bardağın dolu tarafını görmekti ve kendimi böyle teselli ediyordum.

Sabah oldu, otobüsün hareket saati 8.30... Bavulumu, kimliğimi, cüzdanımı, telefonumu son bir kez kontrol ettikten sonra evden çıktım. Benim çıkmamla beraber gökkubbe oracıkta yırtıldı, nasıl bir yağmur.

Hoş, yağmurdan ıslanmasam terden ıslanacaktım, iki adım atınca terleyen biriyim, eh biraz kilo da var. Terin tuzlu, yağmurun saf suyu bedenimde karıştı, gözüme girince yakmaması için peçeteyle sürekli alnımı silmek zorundayım, yağmurun ayaklarımdan süzüldüğü sırada, aklımı bedenimden önce köye götürüyorum, sığıcıkların, serçelerin terennüm edişine, ayağımı çayın serin sularına sokarak, kollarımı iki yana açarak eşlik ediyorum, mutluluğun resmini yaptık galiba Abidin, ne dersin? Hayır, daha yapacaksın, henüz yapmadın! Şu an bedeninle kalabalığın ve sağanağın tam ortasındasın...

Hayal gücümle fikir alışverişim bitti, otobüse bindim. Pencere kenarında yolculuk yaparken tabiat keşifleri yapmayı çok severim. Fakat göğün yıkama yaptığı bu pencerelerden dışarısını görmek pek mümkün olmayacak herhalde, sekiz saat yolculuk nasıl geçecek böyle diye kara kara düşündüm. Koltuğu, arkadaki yolcuyu rahatsız etmeyecek şekilde arkaya çekip kulaklığımı taktım, kollarımı kavuşturdum ve uyku pozisyonuna geçtim. Tam içim geçiyordu ki birden irkildim, karışık şarkı listem on beş dakika klasik müzik çaldıktan sonra çok sert girişi olan bir rock şarkısına geçti, uyku haline geçmeye hazırlanan metabolizmam bu gürültüyü duyunca öfkelendi. Kulaklığımı çıkardım, boş boş pencereden bakmaya çalıştım. 
-Kerem, dedi yanımdaki, uykuyla uyanıklık arasında gidip geliyordum.
-Aaa Mert, senin ne işin var burada oğlum, köye mi gidiyorsun?
-Sen de mi köye gidiyorsun? Hainsin sen oğlum, köyde herkes sana hain diyor, senelerdir insan bir kere köyüne uğramaz mı, bir kere annesinin, babasının mezarını ziyaret edip dua okumaz mı, hadi onlar rahmetli oldu, biz arkadaşlarını da geç, Fatma teyzeyi görmeye bir kez olsun gelmez mi...
-İçimi kararttın Mert, ben iki gündür durmadan bunların muhasebesini yapıyorum zaten oğlum, kendi vicdanımda kendimi aklmaya çalıştım ama sen üç cümlede hacamat ettin beni...
Derin nefes aldım, zor yutkundum. Mert, benim yakın arkadaşlarımdan biriydi ama kurduğu cümlelerde haklıydı ve her bir kelimesi zehir akıtır gibi derime işledi. O beni tanımasa ben onu tanıyamazdım. Belki hiç değişmemiş ve tek değişmemiş olan çakır gözlerinden tanıyabilirdim. Tok sesli, kalıplı bir adam olmuştu. Bandırma’da ikamet ediyormuş, tarlada çalışırken elini sakatlamış, bir tavsiye üzerine İstanbul’da el cerrahisine gitmiş, şimdi çok iyiymiş, evlenmiş, üç çocuğu olmuş, çocukları da ellerimden öpermiş. 
-Benim elimin derisi, öpülmeyecek kadar genç ve taze dedim. Çocuklarının yanaklarından öperim...
Fakat bu gördüğüm insan benimle yaşıttı, orta yaş sınıfına hem ruh hem beden olarak çoktan girmişti... Vay anasını, zamanın kırbacına kim dayanabilimiş ki... Biz de geldik gidiyoruz. Bu defa eskileri pek yâd etmedik, zira ikimizin de buna hevesi pek yoktu, gelecekten konuşmak icap ederdi artık:
Ne ekiyorsunuz bu yıl?
-Çeltik ektik...
-Desene sivrisinekler anamızı belleyecek, on yılda bir kere geldim, sıtmadan öldüreceksiniz beni; domates ek, biber ek, buğday ek, yonca iyi para yapar, hem masrafı, emeği de az olur, onu ek... Biz eskiden yonca ekmiştik, hiç unutmam, güzelce bağladık, balyaladık. Hey gidi günler... Yoncadan gelecek parayla kendime forma, krampon, top alma hayali kurmuştum, sen de hatırlarsın, tam satacağımız gün dolu başladı, vurgun yemiş gibi olduk, felç etti balyaları, iki aylık emek iki dakikada zayi oldu, işte bu yüzden tabiatın bütün öğelerini ayırmaksızın severim de, yağmuru sevmem. Kinim var yağmura, “hava vurdu” dediler, evet, hayallerime sille tokat vurdu. Onun da bana kini olmalı ki, unutmamış, evden çıktığımda başladı, .ötüme kadar ıslattı, otobüse bindiğim an kesildi. Başka bir şey ekmek lazım Mert... Çukurova taraflarında yapılan çeltik tarımıyla iki Türkiye doyar, bu bakir toprakları çeltikle mahvedersiniz... Mert, Mert, uyudun mu? Allah cezanı versin, iki saatir kime konuşuyorum...

Ve kutsal topraklara, ilçe merkezine indik. Bir heyecan kapladı beni. İlk dikkat ettiğim şey, tabelada gördüğüm kadarıyla nüfus pek artmamış ama sanki iki-üç kat artmış gibi bir dolu tüketim merkezi açılmış. Bizim küçüklüğümüzde iki tane orta ölçekte market ve her mahallede ufak ufak bakkallar vardı. Şimdi dört tane büyük, uluslararası alanda iş yapan süpermarket var. İncik boncuk satan salı pazarı benzeri devasa, iki katlı dükkanlar var. Sen yeter ki tüket, diyor sistem. Rica ettim Mert’e, bavulu taksiyle köydeki eve bırakacak.

Madem kapitalizm burnumuzdan çengeli geçirmiş, biz de buralara girip silip süpürelim. Babaannem akide şekerini çok severdi. Belki de sadece akideyle gitsem mutlu olacak, ama yok yığmalıyım, en az iki sene ekmekten gayrı bir şey almasın. Bu çocuk on seneden beri gece gündüz ne için, kimin için ve kimlerin sayesinde çalışıyor? Poşet poşet yükledik taksiye.
-Abi kurbanın olayım yavaş sür, buranın her bir taşında çocukluğumun gölgesi gözüküyor bana. Tanıdığım adamlar da özel efekt kullanılarak yaşlandırılmışlar gibi. Zaman tünelinden geçiyorum, biraz daha yavaş... 
Güneş batıya çoktan yıkıldı, dağların yamaçlarına iniyor. Köye girdik. Eve gitmeden şu güneşi izlemek istedim. Poşetleri indirdim, ücreti ödedim, ulu çınara sırtımı verdim. Çınardan güç aldığımı hissettim. Sabahın aksine, gökyüzü tamamen açık, ucu bucağı belli olmayan mavi bir çiçek. Kalbim heyecandan göğsümü tekmeleyen bir çocuk. Doğa sessizleşti, birden sükun buldu. Alacakaranlık olmadan kalktım. Epey yorgun düşmüştüm. Poşetler elimi kesiyor ama mesafe çok uzak değil. Yolda birkaç kişiyle selamlaştık, boynuma sarıldılar. Suratlarında bir başkalık vardı. Anlamadım. Uzaktan bir inilti duydum sanki. Fikriye teyzenin telefonda gümbürdeyen sesiydi bu, nerede olsa tanırdım. Poşetleri yere bırakıp eve doğru koştum. Bizim, dar keçi yolundan Mert çıktı, başı önde, üzgün, konuşamıyor: 
-Fikriye teyzeye bir şey mi oldu? dedim. Benim bavullar kapının yanında duruyordu. Bir kalabalık... 
-Ne oluyor burada? 
Fikriye teyzenin ağlamaktan kan toplamış gözlerini gördükten sonra yere çöktüm, gözlerim karardı, batmakta olan güneşi gördüm... Konuşabilecek duruma geldiğimde:
-Babaannemi göreceğim ben, dedim. “Ben geldim, dizlerin duruyor mu başımı koyacak, ben geldim, torunun, hayırsızın...”
Çenesine tülbent bağlamışlardı, bir melek gibi gülümsüyordu, bir melek olup göğe uçmuştu. Yarım asır önce gelin olarak atın üstünde geldiği Hacıseyfi köyündeki evine, yarın tabutun içinde sonsuza kadar veda edecekti işte. Kıyameti koparmaktan beni alıkoyan şey, gördüğüm o meleksi yüzdü. Gözlerimden yaşlar süzülürken kırışmış yanaklarını okşadım, ne güzeldi o yanaklar, çam sakızı bembeyaz saçları bir bebeğinki gibi kokuyordu. Ellerini sıkı sıkı tuttuğum o an, dünyanın en büyük huzuruna sahiptim, ölümünün benim üzerinde yaratacağı yıkıcı, derin, travmatik his gelmemişti henüz ama biliyordum ki sımsıkı tuttuğum o elleri bırakırsam, onu yalnız bırakırsam; felaketim olacaktı... Bu yüzden ne mezarlığa gittim ne cenaze namazına katıldım. Eski eve koştum, salkımsöğüt çoktan kurumuş, çeşmeden su çarptım yüzüme, mutfakta hâlâ sütlaç kokusu vardı, üç tahta direk son kuvvetliyle ayakta tutuyordu burayı. Çok kirli, çok dağınıktı, yirmi yıldır uğramamıştı kimse buraya. Fareler cirit atıyordu, penceresi çok ufaktı, karanlık, duvardan yere düşen bir kağıt gördüm. Hardal sarısına dönmüş kağıt, biraz yıpranmış, tükenmez kalemi elime alıp küçücük ellerimle babaannemi çizmiştim. Başörtüsü, gözlüğü, burnundaki et beni, çukur, kocaman gözler, bir de gözlük çizmiştim. Onu duvara bantladığım günü hatırladım. Yazmayı bile bilmiyordum henüz ama ne kadar eğlenmiştik karşılıklı. Ne kadar gülmüştük. İşte, şimdi eskimiş resim, sararmış yerde duruyor. Bana bakıyor. Eğildim, muska gibi katlayıp cebime koymak üzereyken beklediğim felaket o an koptu, yalpalamaya başladım, ellerim titriyordu, kendimi çimenlere zor attım, körük gibi soludum, korkunç bir karanlığa gömüldüm ve kendimden geçtim... 
Solunum yetmezliği tanısı konmuş altı ay önce. Geleceğimi haber vermek için defalarca aradığımda açmamıştı ya, sonra açtığında kadife yumuşaklığındaki sesiyle dereye gittik demişti, çağlayanı ne de güzel tasvir etmişti meleğim! Röntgenden gelmişler oysa, akciğerlerin durumu kötü, demiş doktor... Güneş, gün içinde her gün ölüyor; her gün ölüp ölüp yeniden doğuyor bir köz yığını gibi. Bu hakka insanlar “ömür” diyorlar ve bu hak Tanrı tarafından insanoğluna hayatında bir kere veriliyor. Aradaki tek fark bu...

Beraber gidemediğimiz derenin oradan yazdım bu öyküyü. O ılgıt ılgıt esen sabah yeli kokusunu duyuyorum biliyor musun? Senin de bu sessiz çığlığımı duyduğunu biliyorum...

Kerem Han




Bu habere henüz yorum yapılmamıştır, ilk yapan siz olun!...