Öykü
Öncesiz

Sadece ölüler savaşların sonunu görmüştür. (Platon)
Takıldığı mahşeri kalabalığın peşinde, şuursuzca yürüyordu. Dizlerinde dermanın tükendiğini hissetti. Olduğu yere çökmek, bir daha hiç kımıldamamak geçti içinden. Sırtındaki oğlanın ağlamasıyla kendine geldi. Dermansızlığından utandı hızlandı tekrar. Terden sırılsıklam eliyle kızının elini avcuna perçinlemiş, çaresizliğin ağırlaştırdığı ayaklarına inat, hiç durmayacakmışçasına, koşar adım devam etti yürümesine.
Yanında sürüklediği kızına baktı, şikâyetsiz ciddiyetini bozmadan kendisine eşlik ediyordu küçük kız. Daha bir sıktı çocuğun elini minnetle, sevgiyle, yorgunluğundan utanarak. Yaklaştıkça uzaklaşıyormuş gibi gelen telörgülere şevkle atıldı...
Öteki taraftaysa, çoğunluğunun kadın olduğu kalabalık bir grup gelenleri karşılıyordu. Hükümetlerinin göçmen politikasını protesto eden bu kadınlar, kendilerine “Dünyanın Anneleri” adını takmışlardı. Sutyenlerini telörgülere takarak, yanlarında çocuklarıyla birlikte günlerce insan zinciri oluşturup nöbet tuttukları bu sınır kapısından, haftanın belli günlerinde bir kaç saatliğine mültecilerin geçişine izin verilmesini sağlamışlardı. Geçişlerde çocuklu annelerin önceliği vardı.
Bugün o birkaç sınırlı saat için açılan kapının görüntüsü inanılmazdı. Dünyanın bütün insanları yığılmıştı sanki kapıya. Uğultuların gümbürtülere dönüştüğü noktadaki cehennem kapısında karmaşa ve tükenmişlik yaşanıyordu. Artık sadece ölülerin ayak bastığı yerleri arkasında bırakmaya az bir yolu kalmıştı, ne yapıp edip bahşedilen o birkaç saat geçmeden, birçoklarından önce varmalıydı o kapıya. Yaşam savaşını çocukları adına kazanmalıydı bu kez.
Sırtında oğlu, elinde kızı, yerden kesilmiş ayaklarıyla süzülürcesine koşuyordu. Bütün engelleri yıkıp geçecek kadar hızlıydı.
Varış noktası gittikçe yaklaşıyordu ki, önünde yeri göğü inleten sesi yürek dağlayan bebeğiyle başka bir kadın, boylu boyunca yere kapaklandı. Hiç tereddüt etmeden durdu, bebeğini korumak için dertop olan kadının elini tuttu, kaldırdı yerden. Duraksamasına neden olan olayın yarattığı zamanı kazanmak için, kızının elini tutup yeniden koşmaya devam etti. Koşarken de bir taraftan oğlunu sırtında tutan sargıyı düzeltti tek eliyle, bozulmuştu yoldaşına yardım ederken. Oğlanı içine yerleştirdi iyice, devam etti.
… …
İşte nihayet hiç varamayacağını sandığı o noktadaydı. Bir kaç adımdan sonra telörgüler arkasında kaldı. Geçmişti!
Dönüp arkasına bakmak istedi, vazgeçti.
.... ....
Karşılayanlar içinde olan büyük bir gazeteci grubu da vardı. Hiç durmadan bağırıyor, bir şeyler söylüyor, bir taraftan da fotoğraf çekiyorlardı. Askerlerse gelenleri düzene sokmak, sakinleştirmek için büyük çaba harcıyordu. Nihayet geçmişti öte tarafa ama hâlâ koşar adımdı, ayakları durmak istemiyordu hiç.
Elinde fotoğraf makinesiyle kadın bir gazetecinin kendisine doğru geldiğini gördü. Rahatlamıştı az da olsa. Karşılayanın merhametine bıraktı kendini. Gazeteci kadına minnetle yaklaşıyordu ki…
Yerdeydi!
Çelme takmıştı kadın kendisine!
Kızıyla beraber yere yuvarlanmıştı.
Sırtındaki oğlunu korumak için son anda yan döndü, çatırdayan omuzundaki dayanılmaz acının ne olduğunu anlamaya çalışırken kalçasına inen öfkeli tekmeyle gözünde ışıltılar oluştu. Zaten cansız olan ağzından çıkan cılız sesi evrende emildi, kimliksizlik yetmezmiş gibi sesini de yitirdi.
Gazeteci kadın kin ve öfkeyle ne yaptığını bilmez halde ikinci bir saldırıya hazırlanıyordu ki, bin parçaya bölünen insanlığını çabucak toparlayıp kalktı. Yolculuk boyunca yakınmayan, ağlamayan, olgunluğuyla kendisine eşlik eden kızını savrulduğu yerden kaldırdı.
Küçük kız, gözlerinde asılı kalmış iri yaş damlaları, dişlerini geçirdiği dudağındaki kızgınlıkla gazeteci kadına baktı. Öfkeli tekmesini savurmasına fırsat vermeden, ağzını dolduran kanlı tükürüğünü gazeteci kadının suratına savurdu.
Sülbiye Yıldırım